mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
AB KONUSUNDA TOPLUMSAL KANAATLER, SİYASAL POSİZYONLAR... Selim Yılmaz / Ufuk Çizgisi /Sayı-5 1 Ocak 2005 |
Türkiye’nin AB’ye adaylık sürecine ilişkin, her biri ayrı sınıfsal ve siyasal farklı değerlendirme ve yaklaşımlardan farklı düşüncelerin temsilcileri ile röportajlarımıza devam ediyoruz. Dizimizin bu sayısında MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu adına Selim Yılmaz’ın görüşlerini aldık. S. Yılmaz, yanıtlarında AB’nin bir sermaye birliği olmasına karşın emekçilere demokrasi, insan hakları, sosyal standartların kalesi gibi pazarlandığını tespit ederek, işçi sınıfı mücadelesinin yolunu açacak olanın sınıf hareketinin kendi dinamikleri ve bilincinin örgütlenmesi olduğunu vurguluyor ve bununla siyasal önderlik ihtiyacı arasında bağ kuruyor. Yönelttiğimiz röportaj soruları Selim Yılmaz’ın yanıtları: 1) Avrupa Birliği’nden görüşme tarihi alma, Türkiye’nin temel gündemini oluşturuyor. Bu gündemi kim/kimler oluşturuyor? AB’de olduğu gibi Türkiye’de ve diğer ülkelerde de ekonomik-politik süreçlerin temel belirleyeni güç ilişkileridir. Bu yüzden her devletin başka bir devlet yada devletler birliği ile kurduğu tüm ilişkilerinin temel belirleyeni bu devletlerde egemen olan sınıf ya da sınıfların çıkarlarıdır. Türkiye’nin de AB sürecindeki konumunu belirleyen egemen sınıflarının çıkarlarıdır. Aynı şekilde Türkiye’nin AB’ye uzun ya da kısa vadede katılımını belirleyen de AB egemen sınıflarının ihtiyaç ve çıkarları olacaktır. Devletlerin dünya ticaret görüşmelerinde aldıkları pozisyonlar da kendi egemen sınıflarının çıkarlarını yansıtmaktadır. Türkiye’deki gündemi hem AB, hem de Türkiye egemen sınıfları birlikte oluşturmaktadır. 2) Nasıl oluyor da AB, çıkarları birbirine taban tabana zıt sınıf ve toplumsal kesimlerin ihtiyaçlarına karşılık gelebiliyor? Bir ortak payda mı var, yoksa ideolojik bir hegemonya ve etkileme mi söz konusu? Çıkarları birbirine taban tabana zıt olan toplumsal kesimlerin bir “ortak payda”da buluşabilmesi aslında olanak dışıdır. Bu süreçte bütün yeni-eski aday ülkelerde en fazla baş vurulan yöntem, ideolojik propaganda ve medya-iletişim olanakları üzerinden kurulan eksik ve yanlış bilgilendirmeye dayalı bir hegemonyadır. AB bir sermaye birliği olmasına ve sermayenin çıkarlarına göre şekillendirilmesine rağmen, Türkiye ve AB emekçilerine demokrasi, insan hakları, sosyal standartların kalesi gibi pazarlanmaktadır. Yalnızca Euro’nun AB’nin para birimi olarak üye ülkelerin toplumlarına kabul ettirilmesi için kullanılan yöntemler, tekrar tekrar yapılan referandumlar (Almanya) bile bu propaganda faaliyetini anlamada yeterlidir. Bu sürecin Türkiye işçi sınıfının büyük bölümüne yansıması ise; yıllardan beri sınıfsal çıkarlarına yabancılaşma ve burjuvazinin çıkarlarını, kendi çıkarları gibi tanımlama biçiminde gerçekleşmiştir. 3) Türkiye burjuvazisinin emperyalizm ile yeniden yapılanma sürecinin içinden bir üst düzeyde ve hiyerarşik kaynaşması ne denli zorunluysa, işçi sınıfı ve emekçiler ve Kürt halkı için böylesine bir zorunluluktan söz edilebilir mi? Türkiye’nin AB üyelik çabalarını, işçi sınıfı, emekçiler ve Kürt halkının enternasyonal bütünleşmesinin bir aracı gibi tarif edebilmek için, emekçi halkların kaynaşması önünde ciddi engellerin bulunduğu, AB üyeliği dışında bu engellerin aşılabilmesi için kısa ve orta vadede hiçbir umut ışığının bulunmadığı bir sürecin yaşanıyor olması gerekir. Örneğin, AB üyeliği 12 Eylül 1980 koşullarında söz konusu olsaydı, Türkiye emekçileri ve Kürt halkının, o gün içinde bulunulan durumla karşılaştırıldığında çok daha ilerici dinamikler taşıyan böyle bir entegrasyona destek vermesi gerekirdi. Fakat, yıllardan beri ve özellikle de bugün, ne Kürt halkının ne de Türkiye işçi sınıfının AB emekçi sınıflarıyla buluşması ve kaynaşması için Türkiye’nin AB’ye girmesi gibi bir zorunluluk ya da gereklilik bulunmamaktadır. 4) İşçi sınıfı ve emekçilerin AB’den beklentileri neler? Bu beklentilerin AB’ye yöneltilmesinin kaynağında neler var? Bu yönelme, işçi ve emekçilerin işbirlikçi kapitalizmden, devletinden, sendikal örgütlülüğünden beklentisizleşmeden ve aynı zamanda kendi gücüne güvensizlikten mi kaynaklanıyor? Türkiye’de var olan görece yoksulluk ve çok daha önemlisi AB işçi sınıfının gerçek süreçleri hakkında hiçbir bilginin verilmemesi ve ABD hegemonyasının tek alternatif gibi sunulması emekçiler tarafında AB’ne ilişkin beklentilerin yükselmesi gibi bir sonuç yaratıyor. Oysa kapitalizmin ulaştığı bugünkü aşamada AB ülkelerindeki sendikal örgütlülük de erimekte, işçiler kendi örgütlerine yabancılaşmakta ve AB sermayesinin ihtiyaçları doğrultusunda politikalar üretilmektedir. Sorun işçi sınıfının dünyadaki tüm coğrafyalarda kendi gücünün farkına varamamasından kaynaklanmaktadır. 5) AB, hangi sınıfın hangi sınıfa karşı birliği? Her ne kadar sürekli olarak ABD hegemonyasına karşı bir Birlik olarak doğduğu iddia edilse de tarihi metinler AB’nin de sınıflar arası çatışmaların bir ürünü olarak doğduğunu ortaya koyuyor. II. Paylaşım Savaşı sonrasında ABD Başkanı Truman ve G.Kurmay Başkanı Eisenhower’ın döneme ilişkin yaptıkları “Sovyetlerdeki, silaha dayalı da olsa bir birlik, ama Avrupa dağınık” değerlendirmeleri ve sonrasında sosyalizm tehlikesine karşı uyguladıkları Marshall Planı bunun en somut örneğidir. Bugün gelinen noktada ise Sovyetler Birliği’ndeki rejimin yıkılmış olması sınıf çatışmalarına son vermediği gibi çok daha keskinleştirmiş, alternatif sistem baskısından kurtulan Avrupa sermayesine saldırılarını yoğunlaştırma fırsatı vermiştir. Aslında önemli bir yanılgı da bu sürecin kendisiyle ilgilidir. 1929 ekonomik krizi ve özellikle 2. Paylaşım Savaşı sonrası Batı Avrupa ülkelerinde uygulanan sosyal refah devleti, Fordist üretim tarzının da zorunlu kıldığı bir sermaye birikim sürecidir. Bu süreç, işçilerin gerçek sınıfsal çıkarlarını görmelerine engel olmuştur. 6) Liberal bireysel özgürlüklerin “kalesi” olan Avrupa’da, özellikle 11 Eylül’den sonra, terörle mücadele yasaları ile bunların da kısıtlanması, Türkiyeli emekçilerin özgürlük yoksunluğunu nasıl etkileyecek? 11 Eylül’e rağmen, ekonomik bir sonucu olmayan bireysel özgürlüklerin uzunca bir süre daha korunacağını öngörmek yanlış olmayacaktır. İşçi sınıfının ekonomik hak ve kazanımlarının böylesine devasa bir saldırıyla karşı bulunduğu bir süreçte ekonomik bir sonucu olmayan bireysel hak ve özgürlüklerin de kısıtlanması, AB işçi sınıfının tahammül sınırlarını zorlayacağı, Birliğe olan inancı zayıflatacağı ve AB’nin sorgulanmasına yol açabileceği ihtimallerine karşı en azından şimdilik düşünülmeyecektir. Tabii bu tespitlerimizin, yalnızca “gerçek AB yurttaşı” olarak tanımlanan Avrupa emekçilerini kapsadığı, Avrupa’daki göçmen işçilere yönelik baskı ve kısıtlamaların bu kapsamda düşünülmemesi gerektiği unutulmamalıdır. Ancak, bu noktada da Avrupa emekçilerinin, örgütlü bulundukları sendikaların resmi söyleminden etkileneceklerini, AB’de yaşanan yüksek işsizlik dolayısıyla yeni göç politikaları karşısında, sınıfsal konumlarını unutarak sessiz kalacaklarını öngörmek bir kehanet olmayacaktır. 7) İşçilerin AB’den, ücret ve sosyal hak artışı, serbest dolaşım, örgütlenme-eylem özgürlüğü vb. beklentileri ile, AB çapında gelişen (Türkiye’de ve tüm dünyada olduğu gibi) sosyal güvenliğin özelleştirilmesi, esneklik ve yeni iş yasaları vb. gelişmeleri; aynı zamanda Türkiye’deki bu tür saldırıların arkasında AB’nin olması arasındaki ilişkiyi nasıl açıklayabiliriz? AB’de de Türkiye’de de işçi sınıfı, bu tarz gelişmeler konusunda aynı “günah keçisi”ne, küreselleşmeye sığınmış oldukları için, emeğin uluslar arası işbölümünden, işçi sınıfının çıkarlarının neden ortak olduğuna kadar pek çok soruyu yanıtlayan ve bu nedenle son derece yaşamsal olan aynılaşma süreci belirsizleşmektedir. Ayrıca bugün AB sermayesi toplu sözleşme müzakerelerinde “Bizim şartlarımızı kabul etmez ve bizi zorlarsanız Polonya’ya, Çek Cumhuriyeti’ne, diğer yeni üye ülkelere gideriz” tehdidinde bulunmaktadırlar. Bu gideriz tehdidi yapılan ülkeler listesine adım adım Türkiye de girmektedir. Bu yüzden Türkiye’deki sosyal standartların düşürülmesi AB sermayesinin iki taraflı olarak işine gelmektedir. Bir taraftan Türkiye tehdidi ile AB’de işçi sınıfının kazanımlarını budayacak, diğer taraftan da daha ucuz üretim yapabileceği yeni bir ülkeyi de hazırlayacaktır. 8) İşçi sınıfı ve emekçilerde AB’ye yönelik oluşan kendiliğinden beklentilerin kışkırtılıp geliştirilmeleri mi, yoksa kolektif sınıf bilinç, örgütlülük ve mücadelesinin geliştirilmesi mi, kazanım ve hakların yolunu gerçekten açabilir? İster Türkiye ve AB’de, isterse dünyanın başka bir coğrafyasındaki bir yerde, işçilere herhangi bir sermaye birliğinin desteklenmesi ya da teşvik edilmesi yönündeki telkinler tarih boyunca işçi sınıfı hareketini geriletici bir rol oynamıştır. Bu yüzden işçi sınıfı mücadelesinin yolunu açacak olan sınıf hareketinin kendi dinamikleri ve bilincin örgütlenmesidir. Ancak bu sürecin olmazsa olmaz koşulunun siyasal önderlik olduğu, bu önderliğin de ancak sınıfın kendi içinden, politik örgütlenmesinden doğabileceği ve bunun için izlenecek tek yolun bilincin örgütlenmesi olduğunun unutulmaması gerekir. |