mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Birinci Vazifem; Sermayenin İhtiyaçlarını Karşılamaktır. Yeniden Yapılanan Devlet Selim Yılmaz - Kızılcık Dergisi - Nisan 2004
|
Kamunun Yeniden Yapılanması konusunda özellikle son birkaç
yıldır binlerce makale, analiz, yorum gibi yazılı çalışma yayınlandı, yüzlerce
panel, söyleşi, konferans düzenlendi ve ayrıca konu üzerine görsel ve işitsel
iletişim araçlarında da yüzlerce program yapıldı. Muhtemelen bu yazıyı okuyan
dostlarımızın bir bölümü de bu faaliyetler içinde yazar, yorumcu ve konuşmacı
olarak yer aldı. Ve yine okuyucuların büyük bir bölümü de bu yazıların çoğunu
okudular, programları izlediler ve hatta bu konudan sıkılmış ta olabilirler. Ama
Kızılcık okurları, Kapitalist sistem ve onun Emperyalizm aşamasının son
yüzyıldaki uygulamalarından dolayı dünya halkları ve emekçilerinin büyük bedeller
ödediğini, emek sömürü oranlarının artmasının nedeninin kapitalist sistem
olduğunu da çok iyi bilmektedirler. Kapitalist sistemin son
yüzyıldaki uygulamalarının hangi amaçlara yönelik olduğu ve bunun kimi zaman zor
kullanarak kimi zaman “ikna yöntemi” ile nasıl kabul ettirildiği dünya halkları
ve emekçilerinin büyük çoğunluğu tarafından kaba hatları ile de olsa
bilinmektedir. Bunların geniş kitleler tarafından bilinir olması sermaye
teorisyenlerini özellikle 1970’lerden itibaren yeni kavramlar üretmeye ya da var olan
kavramları yeniden tanımlamaya yöneltti. Kapitalist-Emperyalist Sistemin sınıflı
yapısını gizlemek, unutturmak ya da bu değişimin tüm insanlık için olduğuna
inandırmak için dünya sisteminin bütününü 1980’lerde Yeni Dünya Düzeni,
1990’lardan itibaren de Küreselleşme gibi kavramlarla ya da Neo-Liberalizm olarak
tanımlamaya başladılar. Bunun insan boyutu için “bireysel hak ve özgürlükler”,
“insan hakları”, “çevresel haklar”
vb. kavramlar kullanırken, yönetimsel alanda “katılımcılık”, “şeffaflık”, üretimde “kalite”, “verimlilik”, “esneklik”, gibi ilk anda
reddedilmesi mümkün görünmeyen kavramlar kullanılmaya başlandı. Gerçekte
amaçlanan ise kapitalist çıkarlara uygun olarak yeniden tanımlanan ya da içleri
boşaltılan bu tip kavramların yaşamımızın bir parçası olması ustalıkla
sağlanarak; emek sömürüsünü daha da arttırmak suretiyle sermayenin içinde
bulunduğu krizi aşmak, işçi sınıfını kendi içinde kamplara bölmekti. Geç
kalınmış olsa da artık bu kavramlara Kimin için? ve Ne amaçla? sorularını günümüzde
mutlak olarak sorma zorunluluğu ortaya çıkmış bulunmaktadır. Yazımızın ana konusuna dönecek
olursak, Kamu Yönetimi Temel Kanununda (KYTK) birer gerekçe gibi sunulan ve yukarıda
değinilen kavramların analiz edilmesi gerekmektedir. KYTK’nın genel gerekçe
bölümünde “dünyada yönetim
anlayışını ve yapılarını köklü bir şekilde etkileyen veya uyaran değişim
faktörleri dört ana başlık altında özetlenebilir: · Ekonomi teorisinde değişim · Yönetim Teorisinde değişim · Özel sektörün rekabetçi yapısı ve kaydettiği
ilerlemeler · Toplumsal eleştiri ve değişim talebi ile sivil toplumun
gelişimi tespitleri yapılmaktadır. Ekonomi Teorisinde Değişim:
Sayılan faktörlerden ilkinin adeta bir “tabiat olayı” biçiminde kabul edilmesi
dikkat çekmektedir. Kapalı ekonomi teorisi terk edilerek liberal ekonomik sisteme
geçiş sürecinin yaşandığı nesnel bir doğru olmakla birlikte, kapitalist birikim
sürecinde bu ilk kez yaşanmamaktadır ve bugün gelinen noktada sözü edilen
değişimin dayandığı dinamikler açıklanmadığı taktirde ekonomi teorisindeki
değişimin bir doğal afetmiş gibi algılanma riski bulunmaktadır. Zira kapitalist
sistem, 1900’lerin başında emperyalizm aşamasına ulaşmasına ve dünyanın ilk
büyük yıkımının yaşandığı birinci paylaşım savaşına rağmen 1929’daki
büyük ekonomik krize kadar liberal uygulamalardaki hızını kesmemiştir. Bu krizin
nedenleri üzerine yapılan tartışma ve tespitlerden özellikle J.M.Keynes’in
“Krizin talepten kaynaklandığı ve talep eksikliğini ulus devletlerin istihdam
yaratarak çözebileceği” şeklindeki tespiti genel kabul görmüş ve sermaye birikimi
için ithal ikameci kapalı ekonomik politikaların uygulanması ve ulusal burjuvazilerin
bu yolla güçlendirilmesi hedeflenmişti. Ancak Keynesyen ekonomik politikalar
kapitalizmin doğasına uygun değildi ve sistem 1970’lerin başında tekrar krize
girdi. Aslında bunun böyle olabileceği daha 1945’lerde öngörülmüştü. Bir yandan
keynesyen ekonomik politikalar uygulanırken bir yandan da ikinci paylaşım savaşı
sonrasında kurulan Birleşmiş Milletlerin çatısı altında da 1947 yılında
GATT(Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması) imzalandı. Anlaşmanın birinci hedefi meta
dolaşımının önündeki en büyük engellerden biri olan gümrük vergilerinin kademeli
olarak azaltılması, zaman içinde de tamamen kaldırılmasıydı ve bu büyük ölçüde
de başarıldı. Ama 1970’lerde başlayan krizi aşmak için bu anlaşma da yeterli
olamadı, olamazdı da. Çünkü gümrük duvarları ile korunan ve büyük çapta iç
piyasaya dönük üretim yapan ulusal sermayelerin teknolojik gelişmelerin de
yardımıyla artan üretim hacimleri ve bunun sonucunda da biriken stoklar kar artış
oranlarındaki düşüşe neden oldu. Kapitalizm krizini aşmak için
Kamu Yönetimi Temel Kanununda da ifadesini bulan Ekonomi teorisinde değişimlere
yönelmiştir. Bunlar, kamusal alanların sermayeye devri, üretimin her alanında
esneklik, emeğin kazanımlarının yok edilmesi, her alanda yedek işgücünün
yaratılması ya da arttırılması, devletlerin sosyal boyutlarının terk edilmesi, gibi
bir dizi değişimi kapsamaktadır. Yönetim Teorisinde değişim: Kapitalist
sistem mülkiyet ve birikim sürecini korumak, gelişmesini sağlamak, işleyişini ve
varlığını sürdürmek için zorunlu olarak ulus devlet yapılarını yarattı. Bunun
doğal sonucu olarak da her ulus devlet, kendini yaratan ulusal sermayelerinin
çıkarlarını içeride başta işçiler olmak üzere tüm emekçi sınıflara ve dışta
da ticari rakiplerine karşı en üst düzeyde korumaya çalıştı. Bunu yaparken de
genellikle ve öncelikle ulusal düzeydeki sermaye gruplarının en büyüklerinin
ihtiyaçlarını ve taleplerini karşılamayı birinci görevi olarak kabul etti ya da
daha doğru bir ifade ile zaten varlık nedeni de buydu. Ulus devletler örgütlenmesini
de her zaman buna uygun bir hale getirme çabasında oldu. Ancak gelinen süreçte
sermaye, artık ulus devletin mevcut yapısının ihtiyaçlarını
karşılayamadığını, kendi gelişimine engel oluşturduğunu ve yönetimi bizzat
kendisinin üstlenmesi gereğini ortaya koydu. Bu yüzden 1980 yıllardan başlayarak
özellikle de 1990’ların ikinci yarısından sonra çıkarılan hemen hemen tüm
yasalarda Yönetişim (Governence) kurullarının oluşturulmasını ve içinde bizzat
kendi temsilcilerinin bulunmasını sağladı. Kamu Yönetimi Temel Kanunun gerekçesinde
de yer alan Yönetim Teorisinde Değişimi bu çerçevede değerlendirmek gerekmektedir. Özel sektörün rekabetçi
yapısı ve kaydettiği ilerlemeler: Bu, yukarıda Ekonomi ve Yönetim Teorilerindeki
değişim üzerine yazdıklarımızın bir sentezi ya da başka bir anlatımla
doğrulandığı bir diğer ana başlık. Bu cümle ile Sosyal Refah Devletinin (Keynesyen
Modelin) bir sermaye birikim modeli olduğu bir kez daha doğrulanmış oluyor. Gerçekten
de devletlere 1929 krizi sonrası ve özellikle de İkinci Paylaşım savaşı sonrası
ekonomik ve sosyal misyonlar yüklenmesinin temel nedenlerinden biri de özel sektörün,
yani sermaye birikiminin o süreçte yeterince gelişmemiş olmasıdır. Toplumsal eleştiri ve değişim
talebi ile sivil toplumun gelişimi: Toplumsal
eleştirinin ve değişim talebinin gerçekte sermayeye ait olduğunu gizlemeye ve gözden
kaçırmaya yönelik olarak KYTK’nun gerekçesinde de yer alan bir ifade olduğu
ortadadır ve bu ifade bilinçli olarak kullanılmıştır. Bu söylemle çıkarılmaya
çalışılan yasaya toplumsal destek sağlamak ve sanki emekçilerin talebini
yansıttığı izlenimi uyandırmak amaçlanıyor. Siyasallaşamamış olsalar bile
emekçiler için eleştirinin ve değişimin temelini bugün “mevcut olan” ekonomik ve
sosyal koşulların iyileştirilmesi, siyasal, örgütlenme ve insan haklarının daha da
geliştirilmesi ve arttırılması oluşturur. Bu yüzden KYTK’daki toplumsal eleştiri
ve değişim talebini yalnızca sermayenin ihtiyaçları temelinde bir eleştiri ve
değişim talebi şeklinde okumak gerekir. Sivil toplumun gelişimi ile kast edilen de
zaten yasayı hazırlayanlar içerisinde yer alan TUSİAD, TOBB gibi sermayenin kendi
örgütleri, TESEV Vakfı ve BİLGİ Üniversitesi gibi sermaye tarafından fonlanan
vakıf statülü yapılardır. Bu yasanın birinci dereceden muhatapları olan Kamu
Emekçileri Sendikaları, İşçi Sendikaları ve bu sendikaların üst örgütleri olan
konfederasyonlar ile TMMOB, TTB, gibi emekçi ağırlığı çok yüksek olan Demokratik
Kitle Örgütleri yasanın hazırlanmasında hiçbir şekilde dikkate alınmamıştır.
Yalnızca bu yaklaşım bile KYTK’nun Kimin için ve Ne amaçla hazırlandığını
açıkça ortaya koymaktadır. KYTK Genel Gerekçesinde yer alan diğer önemli konular: Gerekçede; “Özellikle özelleştirme ve yerinden yönetimin gündeme geldiği bir ortamda denetimin anlamı ve önemi daha da artmaktadır. Devletin düzenleyici ve denetleyici olarak halkın yararını koruyacak bir işlev üstlendiği günümüz dünyasında yönetimin kalitesi denetimin kalitesi ile yakından ilişkili hale gelmektedir. Ne var ki ülkemizde arzu edilen nitelikte bir denetim sistemi oluşturulamamıştır.” İfadesi yer almaktadır. Oysa, günümüz dünyasında ve
KYTK’nın temel çıkış noktasını oluşturan hizmetlerin piyasalaşması sürecinde,
Türkiye’nin taraf olduğu GATS Anlaşmasına göre bu denetim, şirketlere yüklenen
gereğinden fazla kısıtlayıcı yük olarak tanımlanmakta ve yasaklanmaktadır.
Yine aynı paragrafta yer alan “Ne var ki ülkemizde arzu edilen nitelikte bir
denetim sistemi oluşturulamamıştır. Mevcut denetim sistemine bakıldığında ilk akla
gelenler -Kurallara uygunluğa ve geçmişe dönük denetim”olmaktadır”cümlesinde
“kurallara uygunluk” açık bir dille eleştirilmektedir. Bu cümleye dayanarak yeni
denetim anlayışında kurallara uygunluğun aranmayacağını öngörmek yanlış
olmayacaktır. Peki nasıl bir denetim yapılacaktır? Sadece sermaye haklarının ihlal
edilip, edilmediğine mi bakılacaktır? Bu Uluslar arası Tahkim Davalarındaki
mantığın aynısı. Çünkü bu davalarda da “devletlerin şirketlerin haklarını ne
kadar ihlal ettiği ya da sözleşme şartlarına ne kadar uymadığı” üzerine
kurulmuştur. Yine aynı paragrafta “- Yetersiz kamuoyu denetimi” ifadesi yer
almaktadır. Sınıflı bir sistem olan kapitalizmde emekçilere sermayeyi ya da
onun devletini tam denetleme yetkisi tarihin hangi zaman diliminde verilmiştir ki hele
bugünkü gibi liberalizmin dolu dizgin gittiği bir dönemde verilsin. Buradaki kamuoyu
tanımını sermaye olarak değiştirmek ve denetimin sermayeler arası savaşın bir
aracı olarak kullanılacağını öngörmek ise bir kehanet olmayacaktır. KYTK Gerekçesinde: “Merkezî birimlerin strateji
geliştirme, genel koordinasyon ve yönlendirme kapasitesi artırılırken, mahallî
idarelerin inisiyatif kullanma ve operasyonel esnekliği vurgulanmaktadır.” Mahalli İdarelere hem inisiyatif kullanma yetkisi verilip hem
de operasyonel açıdan esnekleşmeleri sağlanırken, Merkezi İdarenin geliştireceği
stratejilerin uygulanması -üstelik kurallara uygunluğun da aranmayacağı bir düzende- mümkün olabilir mi? Gerçekten de bu yasa ile,
yereldeki idarelere hizmetlerin piyasalaşması doğrultusunda inisiyatif
kullandırılacak ve esneklik tanınacak. Ancak bu esneklik hiçbir zaman yasanın toplum
ya da emekçiler lehine kullanılmasına izin verilmeyecek biçimde sınırlı olacaktır. “Değişen koşulların gerektirdiği farklılaşma
ihtiyacını giderecek esneklikler verilirken, bütünlük içinde uyumlu çalışmanın
gerektirdiği minimum genel standart birliği de korunmaktadır.” Değişen koşulların gerektirdiği farklılaşma
ihtiyacını kim? hangi kriterlere göre belirleyecektir? Esnekliğin esas olduğu bir
yapıda genel standart birliğinin minimum düzeyde de olsa korunması mümkün olabilir
mi? Asıl olan kamu hizmeti ve emekçilerin çalışma koşullarının esnekleşmesidir. KYTK
amaç maddesinde yer alan kavramlara gelince; “Katılımcılık” Kavramı; Halkları ve emekçileri en çok
etkileyen ve onlara yönetimde söz sahibi oldukları hissini veren bir kavramdır. Oysa
sınıflı bir sistem olan kapitalizmde egemen sınıfın kısa, orta ya da uzun vadeli
çıkarlarına hizmet etmeyen yasal bir düzenlemenin yapılması mümkün değildir. Hele
günümüzdeki sınıflar arası güç dengelerinin tarihin hemen hemen hiçbir döneminde
olmadığı kadar emekçi sınıfların aleyhine olduğu bir dönemde ise bunun
gerçekleşmesi imkansızdır. Zaten KYTK taslağı bir bütün halinde incelendiğinde
hazırlanış biçimi, hazırlanışına katkı koyanlar, genel gerekçesi ve madde
gerekçeleri, bu kavramın aslında emekçilerin ve halkların algıladığı biçimde
kullanılmadığını açıkça ortaya koymaktadır.Yasada söz edilen
katılımcılıktan, Devlet Bürokrasisi (en üst Sivil ve Asker Bürokrasi)
+ Üretici Güç olarak Sermaye + Sermayenin kendi örgütleri ile
destek verdiği STK’ların katılımını anlamak gerekmektedir.
Bu yeni yapılanmada ne emekçiler (ASIL ÜRETİCİ GÜÇ) ne de onların örgütleri olan
Sendikalara ya da oluşturdukları Demokratik Kitle Örgütlerine yer yoktur. Aslında
oluşturulan yeni yapı tam anlamıyla bir Sermaye Sınıfı Diktatörlüğüdür. Öte
yandan, KYTK ile getirilen bir diğer “yenilik” te Ombudsman müessesesidir ve halkın
denetiminin Ombudsman üzerinden sağlanacağı iddia edilmektedir. Halk arasında yaygın
olarak bilinen meşhur “Marko Paşa”yı aratmayacak olan bu yapı aslında gerçekten
bir ağlama duvarından farklı değildir. Avrupa Birliği’nden bir örnekleme yapacak
olursak, Brüksel’deki Ombudsman’ın çıkan sorunlar karşısındaki bütün yetkisi
AB bürokrasisine hak ihlali kapsamına giren uygulamalar konusunda bazı “ricalarda”
bulunmakla sınırlıdır. Başka bir deyişle, Ombudsman müessesesi kurulmak suretiyle
Avrupa yurttaşlarına konuşma, şikayet etme hakkı verilmiştir ama AB bürokratlarına
bu şikayetlere uygun çözüm üretme gibi bir sorumluluk yüklenmediği için bu kurum
adeta bir ağlama duvarına dönüşmüş durumdadır.
“Saydamlık” Kavramı; Devletin şeffaf olması ve devlet
sırrı kavramının ortadan kalkması olarak açıklanmaktadır. Saydamlık ile
hedeflenen, Devlete ait sırların toplum tarafından değil, burjuvazi tarafından
bilinir hale gelmesidir. Diğer yandan yasada sözü edilen saydamlık yalnızca devlet
için bir koşul olarak getirilmekte ama sermaye için gizlilik ve mahremiyet kavramları
yasalarla korunmaya devam etmektedir. Bu anlamda KYTK sonucunda kamusal alanlar
burjuvaziye devredilince eskiden devlet sırrı olarak gizlenen her şey bu kez şirketler
için sır olacak ve şirketler kendi aralarındaki rekabetten dolayı sır kabul
ettikleri hiçbir şeyi açıklamak zorunda olmayacaklardır. “Hesap verebilirlik”: Bir an için bu kavramın saydamlık
kavramındaki sorunları çözeceğini ve açıkları kapatacağını düşünelim.
Hesabı kim, kime verecek? Diyelim ki hesap devlete verilecek. Yeni devlet
yapılanmasındaki ağırlıklı güç katılımcılık kavramına göre kimde olacak: sermaye sınıfında. Peki hesabı veren ile hesap
soran aynı sınıf olmayacak mı? Ayrıca bu
yasaya göre esas denetim, kurum içi denetimle sağlanmayacak mı? Kurum
içinden görevlendirilecek personelin performans kriterlerine göre iş sözleşmesini
fesh etme yetkisi olan amirinin yaptığı usulsüz işlemlerini denetlemesi mümkün
olabilir mi? Bu anlayış kamu emekçilerinin bir birini ihbar etmelerinin ve bazı
emekçilerin ihbarcı olmalarının yolunu açmayacak mı? Ayrıca yasaya göre denetimler
Ulusal ve uluslar arası denetim firmalarına yaptırılabilecektir. Denetim firmaları,
diğer şirketler gibi kar amaçlı olduklarına göre, sermayenin sermayeyi kamu adına
denetlemesi mümkün olabilir mi? “Adil” kavramı, yasanın Madde
gerekçelerinde “kamu hizmetlerinin onlardan yararlanan sosyal kesimlerin
ihtiyaçları ve durumları dikkate alınarak, tarafsız ve eşit olarak sunulması” şeklinde tanımlanmıştır. Oysa,
kamusal hizmetlerin verilmesinde devletin "taraf" olması gerekmez mi? Ancak bu
taktirde yararlanan sosyal kesimlerin durumları dikkate alınmış olmaz mı? Yoksa
elindeki para kadar adil olursun ya da başka bir ifade ile az parayla az hizmet, çok
parayla çok hizmet ya da paran yoksa kamusal hizmet alma hakkında yok demektir. İşte
KYTK’nun en sosyal kavramının açılımı budur. Bu kavram, sosyal bir boyut gibi
görünmesine karşın, eşitsizlikler üzerine
kurulmuş bir sistem olan kapitalizmde, devletin tarafsızlığı, tıpkı bugüne kadar
olduğu gibi otomatikman güçlüden yana tavır almak anlamına gelmeyecek mi? “Kalite”: kavramı yasanın amaç maddesi
dışındaki bir çok maddesinde de çeşitli biçimlerde yer almakta ve hizmetlerin
kalitesinin artacağı önemle vurgulanmaktadır. Bu kavramın özünü emek üzerindeki
denetimin yoğunlaştırılması, performansın ölçülmesi, hizmet çalışanları
arasına rekabet tohumlarının atılması ve bunun üzerinden emek sömürünün
arttırılması ya da daha doğru bir tanımla hizmet üreten emekçilerin artı
değerinin daha fazlasına el koymak oluşturmaktadır. Yasadaki kalite kavramından,
emekçilerin ve halkın çoğunun anladığı biçimdeki hizmet kalitesinin artacağı
anlamını çıkarmak ise büyük yanılgı olacaktır. Elbette kapitalist sistemde bir
kalite kavramı vardır ve olmak zorundadır. Ancak kalite kavramı asla bizlere dikte
ettirildiği gibi değildir. Kapitalist sistemde, her miktar paraya, her keseye, her
sosyal sınıfa ya da her çeşit mal ve hizmet talebini karşılayacak şekilde farklı
farklı kalite düzeyleri vardır ve sistemin işleyinde de çok önemlidir. Çünkü bu
sistem eşitsizlikler üzerinde yükselir. Bunu sağlayan en önemli etkenlerin başında
da rekabet gelmektedir. Pazardan pay kapma savaşı olan rekabetin birinci koşulu,
üretilen mal ya da hizmet, hangi kalite düzeyinde
olursa olsun, onu en ucuz maliyetle üretebilmektir. Bu yüzden yasadaki kalite
kavramını böyle okumak zorundayız. Verimlilik:
kavramı, “mallar, hizmetler ve diğer
sonuçlar (çıktılar) ile bunların üretiminde kullanılan kaynaklar (girdiler)
arasındaki ilişkiyi; aynı girdi ile en çok çıktının elde edilmesi veya aynı
çıktının en az girdi ile uygun kalite dikkate alınarak sağlanmasını” ifade etmektedir. Aynı
girdi ile en çok çıktıya ulaşma hedefi, kalite olarak tanımlanan ve çağdaş
standartlara, hizmetten yararlananların beklenti ve ihtiyaçlarına uygun niteliklerde
hizmet verilmesi ilkesiyle çatışır. En düşük girdi ile en yüksek çıktıya
ulaşılacak olursa ortada ürün kalitesi diye bir şey kalmaz, hizmet kalitesizleşir.
Ama zaten kalite kavramıyla da kast edilen hizmet ya da ürünün kalitesi değil, işçi
ve emekçilerin üretim süreçlerindeki kalite yani yoğunluk, dikkat ve titizliğin
artmasıdır. Gerçekten yasaya göre de verimlilik ile bir emekçiden maksimum seviyesini
aşan düzeyde çıktı elde etmek hedeflenecektir. KYT
Kanunun temel ilkelerinin yer aldığı 5.maddedeki bentlerden biri “hizmetten yararlananların ihtiyacına ve
hizmetlerin sonucuna odaklılık esastır” hükmü yer almaktadır. Bu hükme göre, artık
devlet bir şirket ve yurttaşları da müşteridir. Bir diğer husus ise gerek yasanın
bütününde gerekse bu hükümde çalışanların durumunun hiç dikkate
alınmamıştır. 5.
maddenin bir başka bendinde de “Kamu kurum ve kuruluşları, kanunla kendilerine açıkça
görev olarak verilmeyen ve kuruluşun amacıyla doğrudan ilgili olmayan alanlarda
işletme kuramaz, mal ve hizmet üretimi yapamaz, bu amaçla personel, bina, araç, gereç
ve kaynak tahsis edemez.”
hükmü yer almaktadır. Bu hüküm ile sermayeye, kamunun tüm mal ve hizmet
üretiminden tamamıyla çekileceği ve terk edilen alanlarda tekrar faaliyete
geçilmeyeceğinin garantisi verilmektedir. Bu maddenin bütünü ile ilgili olarak Madde
Gerekçesinde ise “Kamu kurum ve kuruluşları, kamu
hizmetlerini yerine getirirken, durağan bir yapıda kalmayacak, aksine kamu yönetimi
anlayışında zamanla meydana gelen değişimlere uyum sağlamak için kendilerini
sürekli yenileyecektir.” açıklama yer almaktadır. Bunun
anlamı Kamu Yönetimi Temel Kanununun tıpkı GATS Anlaşmasındaki Built-in hükmü gibi
sürekli yapılandırmaya açık olacağı ve sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda
sürekli olarak değiştirileceğidir. Kısacası kamunun liberalize edilmesinde bu
yalnızca ilk önemli adımlardan biridir. Ayrıca
KYT Kanunun 11.maddesinde yer alan Kamu hizmetlerinin gördürülmesinde: “...merkezî idare veya mahallî idarelere
ait hizmetlerden kanunlarda öngörülenlerin gerektiğinde üniversitelere, kamu kurumu
niteliğindeki meslek kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında
uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine gördürülebilmesine imkan tanınmaktadır.) bu hükmünde de merkezi ve yerel
yönetim ayrımı yapılmadan kamusal hizmetlerin tamamının sermayeye devredilebileceği
açıkça ifade edilmektedir. Örneğin yasanın ilk taslağında taşra teşkilatı
kuramayacağı belirtilen Milli Eğitim Bakanlığının, daha sonra TBMM’ye gönderilen
yasa tasarısında merkezi idarede bırakılmasının bu maddeye göre farklılığı ne
olabilir? Ya da yasa tasarısında merkezi idareye bırakılan Maliye Bakanlığının bu
maddeye göre hizmetlerinin büyük bölümünün özel sektöre devredilmesi mümkün
hale gelmiş olmayacak mıdır? Sonuç Yerine
KYT
Kanunun Madde Gerekçeleri başlığı altındaki 2. maddede kanun kapsamının anlamı “Bu anlamda, herhangi bir şekilde kamu kaynağı
veya kamu gücünü kullanan hiçbir kurum veya kuruluş bu kanunun kapsamı dışında
bulunmamaktadır.”şeklinde
açıklanmaktadır. Bu maddenin, Merkez’de bırakılacak kamu hizmetlerinin
emekçilerinin de kanunda yer alan esnek, kuralsız, kalite ve performansa dayalı, iş
güvencesinden yoksun kalarak çalışacağı biçiminde okunması gerekmektedir. Bu
madde, ulusal mı yoksa yerel mi tartışmalarına da nokta koyacak kadar önemlidir.
Zira, kapitalist sistemde hem Merkez’in daha sosyal olmadığını hem de yerelin iddia
edildiği gibi demokratik olamayacağını, KYTK’nın temel hedefinin hizmet
çalışanların emekleri üzerinden artı değer elde etmek olduğunu tüm
açıklığıyla ortaya koymaktadır. |