mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu

''Daha gelişkin bir sınıf hareketinin nesnel dinamikleri var''

Gaye Yılmaz

Ufuk Çizgisi 2 Şubat 2006

Dergimizde geçen sayımızda başlattığımız sınıfın değişen yapısı, sınıf hareketinin analizi ve sektörlerin durumuna ilişkin röportajlarımıza Gaye Yılmaz‘la devam ediyoruz. Röportajımızda araştırmacı–ekonomist Gaye Yılmaz, üretim ve emek organizasyonlarındaki değişim, bunun sınıf hareketindeki yansıması ve durumun “sistemin tümüyle farklılaşması” olarak okunmasına karşı bazı alt çizmelerde bulundu.

Kimi alt çizmeleri oldukça yerinde bulmakla birlikte, katılmadığımız bazı noktaları da belirtmekte yarar görüyoruz: Yılmaz’ın “Bu değişim süreci, her ne kadar işçi sınıfının dışarıdan yani politik (siyasi hareketler ve partiler tarafından) ve ekonomik (sendikalar tarafından) örgütlerin müdahalesiyle nicelik anlamında örgütlenmesini güçleştiriyor olsa da, örgütlenmenin, işçi sınıfının kendi içinde, doğrudan kendisi tarafından, nitelik anlamında gerçekleştirilmesinin olanaklarını barındırmaktadır” cümlesinde ifade ettiği “sınıfın kendi içinde, doğrudan kendisi tarafından, nitelik anlamında gerçekleştirilmesi” yaklaşımı, hayli eski bir öncü-sınıf ilişkisi tartışmasına gönderme içeriyor, subjektif faktörün rolünü yeterince koymayan, kendiliğindenci diyebileceğimiz bir yan taşıyor.

Sınıfın bu dönüşüm sürecini analiz edebilecek bir yapılanma ve bilinç dönüşümü, daha da önemlisi örgütlenme içinde olmadığı açıktır. Sorun, örgütlenme ve nesnel yaşam koşullarını iyice solumaktan çok, bir siyasal örgütlenme sorunudur.

Anılan ’sınıfsal bilinç’ siyasal bir bilinç donanımına işaret eder. İşçi sınıfının kendiliğinden edindiği bilinç bulanık, ekonomik, en iyi durumda reformlar için mücadeleye denk düşen, bilinçten pek öteye geçemez. Ki, “örgütlü” addedilen sendikalı işçilerin bilinç durumları ve dibine kadar batmış sendikalara müdahalesinin içeriği dahi, burada örnek olarak verilebilecek durumdadır. Fark yaratan, ufku genişleten ve kapitalizmin yapısal sorunlarıyla sınıfın içinde bulunduğu durumu ve kolektif emekçi bilincinin gelişimini sağlayacak olan, işçi sınıfının devrimci siyasal-sınıfsal örgütlülüğüdür…


Günümüzde sermayenin yeniden üretim süreci hangi temellerde ve nasıl bir değişim sürecinden geçiyor? Teknolojik değişimler, üretim ve emek organizasyonundaki değişimler (ya da toplumsal ve teknik işbölümündeki değişiklikler), dolaşım sürecindeki değişimler, coğrafi değişimler nelerdir?
Gaye Yılmaz:
Kapitalizmin bugün içinde bulunduğu uluslararasılaşma sürecinin geçmişten hiçbir farkı olmadığını ileri sürmek ne denli yanlışsa, bugünü “sistemin tümüyle farklılaştığı” biçiminde okumak da aynı oranda yanlıştır. Kapitalizm, kendi iç dinamikleriyle sürekli olarak değişim içinde olan bir sistemdir. Ama önemli olan bu değişimlerin nitelikleri ve kapitalizmi kapitalizm yapan karakteristikleri etkileyip etkilemediği ve ne oranda dönüştürdüğüdür. Bu bağlamda, örneğin bugünkü toplumsal ve teknik işbölümündeki değişimler sistemin sınıflı, sömürüye ve üretim araçları üzerinde özel mülkiyete dayalı doğasını değiştirmiş midir? Sermayenin yeniden üretim sürecinde günümüz pratikleri niteliksel olarak geçmiştekinden çok büyük ve önemli farklılıklar göstermese de, benzerlikler ve aynılıkların hatırlanmasında yarar var.

Teknolojik buluşlar ve yeniliklerin, üretim süreçlerindeki ihtiyaçlarla uyum içinde ve daha da önemlisi, insan emek gücünün gelişiminin doğal bir sonucu olarak hız kazandığının altını çizmemiz gerek. Bu gelişme, atıl kapasitelere rağmen üretim fazlası olarak kendini gerçekleştirmek zorunda kalan kapitalizmin doğasından kaynaklanan aşırı üretim (over production) krizine zemin hazırlamaktadır. Üretim ilişkilerinde aşama aşama da olsa Fordizmin yerine geçmekte olan “yeni taylorist” yaklaşımın en temel karakteristiklerinin başında esneklik, güvencesizlik, performansa göre ücret ve istihdam, kalite yönetimin geldiği hatırlandığında, bu çalışma biçimi yani “yeni taylorizm” ile 19. yüzyıl üretim ilişkileri yani “taylorizm” arasındaki aynılığın ne denli çarpıcı olduğu da görülebilir. (Bkz: Marx, Kapital 1. Cilt, 6. Kısım, 21. Bölüm, s. 518-522.) Aslında, kapitalizmin teorisyenleri tarafından sıkça vurgu yapılan “ticaret hacmindeki muazzam genişleme”nin de kökeninde aynı olgu öne çıkmaktadır: Taylorist üretim ilişkilerinde, sermaye, esas olarak üretim sürecinde el koyduğu artığı büyütmeye ve emek gücüne daha fazla değer yarattırma faaliyetine odaklandığı için dolaşımda ortaya çıkabilecek sorunlar görmezden gelinir ve üretim, geometrik bir hızla büyür. Ticaretteki genişleme, tamamen, üretimdeki hızlı büyümenin bir sonucu, kapitalistin, meta halindeki sermayesini hızla para-sermayeye dönüştürme ve böylece yeniden üretim ve birikim sürecini sürdürme gereğinin pratik yansımasıdır. Bugün, başta Güney Asya olmak üzere kapitalist üretim ilişkilerinin yerleşik olduğu dünyanın pek çok ülkesinde oluşturulmakta olan “arz zincirleri” (supply chains), meta sermayenin para sermayeye dönüştürülme sürecindeki tıkanıklıkları aşmayı hedeflemekte, üretken sermayenin tüccar kapitaliste aktardığı pay ve dolayısıyla toplam ticaret hacmi de bu nedenle büyümektedir. Gelinen noktada, toplumsal işbölümü coğrafi olarak analiz edildiğinde dünyanın belli bölgelerinde sanayi üretimi artarken, diğerlerinde ticaretin, bazılarında ise ticaret dışında kalan hizmetlerin üretiminin daha öne çıktığı görülmektedir.

Türkiye kapitalizminin uyum çabaları

Bu gelişmeler Türkiye kapitalizmi için de geçerli mi? Türkiye kapitalizmi, teknolojik ve organizasyonel değişimler; sermaye birikiminin uluslararasılaşması; meta üretim ve ilişkilerinin toplumsal yaşamın her alanıın kendine tabi kılması ve coğrafi genişleme açısından ne durumda?
Gaye Yılmaz:
Kapitalizm geliştikçe coğrafi olarak genişlemek ve dünyanın geri kalanında da kapitalist üretim ilişkilerini tesis edip yaygınlaştırmak mecburiyetindedir. Hatta, emek üretkenliğini arttırdığı kanıtlanmış yeni bir üretim organizasyonu, tek tek her bir kapitalistin takip etmek zorunda olduğu bir rotadır, çünkü, aksi takdirde kapitalist, rekabet gücünü kaybederek, piyasadan tümüyle silinme riski ile karşı karşıya kalacaktır. İşte bu nedenle, yani, Türkiye kapitalizmi de dünya çapındaki “yeniliklere” ayak uydurmak, rakiplerini yakalamak zorunda olduğu içindir ki gerek teknoloji gerekse organizasyonal değişimler birebir Türkiye’deki üretim ilişkilerine de yansımaktadır. Sanayide, özellikle büyük ve orta ölçekli firmaların giderek bilgisayarlı üretime geçmeleri, daha eğitimli işçiye duyulan ihtiyacın artması ve bu yüzden mesleki eğitime verilen önemdeki artış, küçük firmaların bile rekabet edebilmek ve teknolojilerini yenileyebilmek için yabancı ortak arayışı içine girmeleri, esnek ücretlendirme ve istihdam, TKY, performans, üretim süreçlerindeki -işçi sınıfını atomize eden- parçalanma gibi pratiklerin toplam üretim organizasyonu içindeki payının giderek büyümesi, AB, IMF, DB ya da DTÖ dayatmalarından öte Türkiye kapitalizminin uyum çabalarının birer yansıması olarak okunmalıdır.

Üstelik, gelişimindeki görece geriliğe, ölçeksel bir karşılaştırmanın hala mümkün olmaması gerçekliklerine rağmen Türkiye kapitalizmi bugün kapitalizmin uluslararasılaşma sürecinin de bir parçası haline gelmiştir. Türkiye’nin her gün imzalamakta olduğu onlarca ikili, bölgesel ve kıtasal serbest ticaret anlaşmasının da ötesinde, eski Doğu Bloku ülkeleri başta olmak üzere pek çok ülkede artan Türkiye çıkışlı sabit sermaye yatırımları bu uluslararasılaşma sürecinin başlıca kanıtlarıdır.

Dile getirdiğiniz değişim süreci işçi sınıfını ve sınıf hareketini nasıl etkiliyor? İşçi sınıfının yapısı, bileşimi ve dağılımında hangi değişikliklere yol açıyor?
Gaye Yılmaz:
Bu değişim süreci, her ne kadar işçi sınıfının dışarıdan yani politik (siyasi hareketler ve partiler tarafından) ve ekonomik (sendikalar tarafından) örgütlerin müdahalesiyle nicelik anlamında örgütlenmesini güçleştiriyor olsa da, örgütlenmenin, işçi sınıfının kendi içinde, doğrudan kendisi tarafından, nitelik anlamında gerçekleştirilmesinin olanaklarını barındırmaktadır. Burada asıl değinmek istediğim boyut, işçilerin sınıf bilincini kazanma sürecidir ki bu, Marx’ın da analizlerinde altını çizdiği gibi, ancak, işçilerin süreçleri bire bir yaşamalarıyla mümkün olabilecektir. Marx’a göre, yaşamı belirleyen bilinç değil, bilinci belirleyen bizzat yaşamın kendisidir. (Bkz. Marx-Engels, Alman İdeolojisi (Feuerbach), s. 46)

Bizler, sosyalistler ve devrimciler olarak onyıllardır emek sürecinin toplumsal olduğunu, işçilerin çıkarları bir olan bir sınıf olduğunu, kapitalizmin bir sömürü düzeni olduğunu ne kadar tekrar edersek edelim, bunlar, sınıf hareketi üzerinde hiçbir zaman işçilerin kendi yaşadıkları süreçler kadar etkili olamamıştır, bundan sonra da olamayacaktır. Birkaç örnekle tam olarak ne demek istediğimi açıklamak isterim: Bugün, tüm dünyada üstelik işçi sendikalarının üst federasyonları arasında bile bir “sektör karmaşası” yaşanmaktadır. Türkiye’de metal işçileri sendikalarının örgütleme yetkisine sahip olduğu çok uluslu bir şirketin, İspanya’daki fabrikasında tekstil, Brezilya’dakinde ise plastik işçilerinin örgütlendiği görülmektedir. Nihai üründe hem metal, hem plastik hem de tekstil işçilerinin emeği bulunduğu için hiçbir otorite bu üretim kolunda hangi sendikaların yetki alabileceği konusunda net ve kesin bir şey söyleyememektedir. Metal, kimya ve kağıt işçileri sendikaları arasındaki karmaşa da bir diğer örnektir. Öyle ürünler vardır ki ana maddesi metaldir, üretimin belli bir aşamasında (genellikle farklı bir işyerinde) işin içine kimya işçisinin emeği girmekte ve son aşamada da marka, logo, işaret, resim vb. nin ürün üzerine işlenmesi dolayısıyla kağıt, grafik, baskı, paketleme vb. tamamen farklı bir emek türüne ihtiyaç duyulmaktadır.

Söz gelişi bu tip bir üretim yapan bir şirketin metal sendikasına üye işçileri greve gitme kararı alıp da, uluslararası dayanışma talep ettiklerinde karmaşa başlamakta, fakat daha önemlisi metal işçileri bu üretimde yalnız olmadıklarını, pek çok değişik emek türünün sürece dahil olduğu bilgisini doğrudan edinmekte ve pek çok olayda isteseler de istemeseler de farklı sektörlerin emekçileriyle buluşmakta, onların sorunlarıyla kendi sorunlarının tıpatıp aynı olduğuna bizzat tanık olmaktadır. Tüm bunlar, işçilerin sınıf bilinci kazanmasında son derece önemlidir ve işçilerin siyasi ve ekonomik örgütleri, bunları göz önüne almak ve daha görünür kılmak zorundadır.

Hizmet sektörünün değişimdeki yeri

Sizin uzmanlık alanlarınızdan olan hizmet sektörünün bu değişim sürecindeki yeri ve rolü nedir? Hizmet sektörü, “bilgi/hizmet toplum” teorilerinin ileri sürdüğü gibi maddi üretim ve mavi yakalı işçiler aleyhine mi genişliyor, yoksa maddi üretim ile de karmaşıklaşan bağlantılar içinde başlı başına bir sermaye birikim kanalı haline mi geliyor?
Gaye Yılmaz:
Hizmetlerin tanımında değişik kriterler kullanılmaktadır. Emek tarafından ortaya çıkarılan ürünün elle tutulabilir olmayışı (şarkıcının, turizm emekçisinin, doktorun ya da eğitim işçisinin emeği); emek sürecinin sonucu elle tutulabilir olsa bile sürecin kendisinin tamamen kafa emeği oluşu (mimar, mühendis vb.lerinin projeleri); emek ürününün depolanamaz, saklanamaz niteliği bunlar arasında sayılabilir. Ancak bugün, gelişen teknolojiler, depolanamayacağı öne sürülen pek çok hizmet ürününü örneğin CD’lere kopyalanarak yüzyıllarca saklanabilecek, kalıcı metalar haline getirmiştir. Kaldı ki hizmetler arasında sayılan sinema endüstrisi, yüz yılı aşkın bir süreden beri depolanabilir, saklanabilir hizmet emeğine örnek teşkil etmektedir. Hizmet sektörünün bu değişim sürecindeki yeri ve rolünü iki ayrı başlık altında görmekte yarar var. Birincisi, teknolojik değişimlerin hız kazanması, üretim süreçlerinde kafa emeğinin payını arttırırken, kol emeğine duyulan ihtiyacı geriletmektedir. Yani, sanayi üretiminde hizmet emeğinin payı artmakta, kol emeğinin payı azalmaktadır. Bu saptama, sadece, sanayi işçisi profilindeki bir değişim biçiminde okunmalı, sınıflar arası ilişkide bir değişim gibi yorumlanmamalıdır. Geçmişte bakırı tel haline getirmek için ter döken emekçilerin, bugün aynı üretim için gelişmiş teknikler kullanabilir hale gelmiş olması üretim ilişkilerinin özünde hiçbir değişiklik yaratmaz. Bu, sadece, emek gücünün üretkenliğinin artması ile açıklanabilir. Dolayısıyla sanayi üretiminde kol emeğinin azalarak yerine kafa emeğinin geçmekte oluşu da ne nihai üründe, ne iki sınıf arasındaki ilişkinin antagonistik doğasında, ne de üretim araçları üzerinde kurulu mülkiyette bir değişikliğe yol açar.

İkinci olarak, geçmişte birer artı değer üretim alanı olarak tanımlanmamış hizmet alanları vardır ki bunların pek çoğu bugün kapitalist çevrime dahil edilmiş durumdadır. Tüm kamu hizmetlerini bu başlık altında toplamak mümkündür. Bu hizmetlerden bazıları kapitalist açısından üretken olmayan emek (vergi, sigortacılık,bankacılık vb) bazıları ise üretken emek (sağlık, eğitim, ulaştırma vb) kategorisine dahildir. Ancak, üretken olan ve olmayan emek şeklindeki bu kategorizasyonun, emeğin kendisiyle ya da emekçilerin sınıfsal konumlarıyla hiçbir ilgisi yoktur, bu, tümüyle kapitalist için sermaye tüketen ve sermaye üreten, ücreti gelir ile değil sermaye ile ödenen emeği analiz etmede kullanılan bir kategorizasyondur. O kadar ki, part-time, geçici vb. çalışmalarla karakterize edilen bugünkü üretim ilişkilerinde, aynı işçinin, aynı işyerinde, örneğin, sabahtan öğlene kadar üretken emek olarak, öğlenden akşama kadar da üretken olmayan emek olarak istihdam edildiği görülebilmektedir.

Dikkatlerden kaçan bir başka durum da hizmetlerin yükselen sektör olarak gösterilmesine karşın, tümüyle ticaret ya da hizmet üretimi gibi görülen pek çok üretim sürecine meta üretiminin de dahil olmasıdır. Dinlediğimiz bir müzik kasedi, izlediğimiz bir film CD’si bize yalnızca hizmet emekçileri tarafından üretilmiş yapıtlar olarak görünse de cd ve kasedin üretimi için gerekli olan emek devre dışı bırakıldığında bu yapıtların depolanması, saklanması ve milyonlarca kişiye ulaştırılabilmesi de mümkün olmamaktadır. Toparlamak gerekirse, üretim süreçleri bugün öylesine karmaşık bir hale gelmiş, öyle farklı emek türleri aynı üründe bir araya getirilmiştir ki bu süreçleri hizmet ya da dokunulabilir meta üretimi biçiminde ayrı ayrı, birbirinden kopuk ve bağımsız analiz etmek neredeyse imkansızdır. Bu bağlamda, hizmet emekçilerinin potansiyel gücünün sanayi işçilerininkine yaklaştığı biçiminde bir yaklaşımdan ziyade, sanayi işçilerinin yapısının kafa emeğini de kapsayacak biçimde değiştiği ve buna ilave olarak hizmet emekçilerinin hızla proleterleştiği ve sonuç olarak ta işçi sınıfının büyük bir hızla genişlemekte olduğu yaklaşımı bana daha doğru görünüyor. Bugün, sanayi işçilerinin yapısında üretim, emek ve bilginin daha ileri toplumsallaşması temelinde yaşanan değişimin yanı sıra hizmet emekçilerinin, üretim süreçleri ve toplumsal işbölümündeki rollerinin hızla sanayi işçilerinin süreçlerine benzer hale gelmekte oluşu, sizin de işaret ettiğiniz gibi daha gelişkin bir sınıf hareketinin nesnel dinamiklerini oluşturmaktadır.