mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu

Çalışma Grubumuzdan Gaye YILMAZ'ın sendika.net söyleşi

15 Ekim 2005

www.sendikanet.org

sendikanet: Bir yıldan beri Almanya’dasınız. Oradaki gelişmeleri yerinden takip etme anlamında önemli olanaklarınız olmuştur. Havayı solumak anlamında...

Gaye Yılmaz: En azından, ister Türkiye, isterse Avrupa ya da dünyada olsun işçi sınıfı örgütlerinin sorunları ve açmazlarının hemen hemen aynı olduğu konusundaki görüşün pek te yanlış olmadığını gördüm.

sendikanet: Önce isterseniz biraz programdan bahsederek başlayalım.

G.Y.: Program, ILO-Actrav(İLO İşçi Faaliyetleri Bürosu) öncülüğünde, dünyadaki yedi üniversitenin işbirliği ile, Brezilya, Almanya, Malezya, Güney Afrika’dan sendikaların desteğiyle, iki Alman vakfının Friedrich Ebert ve Hans Böchler vakıflarının sponsorluğuyla gerçekleştirilen, tam adı Emek Politikaları ve Küreselleşme olan bir program. Dünyanın 18 ülkesinden toplam 23 kişiydik. Genelde her ülkeden bir kişi, ama Almanya, Brezilya ve Güney Kore’den birden fazla kişi geldi. Onun dışında her ülke bir kişiyle temsil edildi. Oldukça geniş bir perspektiften küreselleşmenin ekonomi politiğini öğrendik. Diğer taraftan programın en ilginç yanı sadece sendikal hareketin içinden gelen insanları bir araya toplamış olmasıydı. Bu nedenle çok şanslıydık. Ülkeler özelindeki pratikleri, aynı sorunları yaşamamıza rağmen çözüm önerilerimizin neden farklı olduğunu, kültürel farklılıklarımızın neler olduğunu... bunları tartışma olanağı bulduk. Yoğun ders akışına ek olarak akşamları, hafta sonları da, tüm bunları tartışmak için çok zamanımız vardı. Bana göre müthiş bir zenginlik. Çok güzel bir zenginlik. Türkiye’den her yıl en az bir sendika çalışanının mutlaka katılması gerektiğine inandığım bir program.

Perspektif olarak katılımcıları değerlendirmem gerekirse, 23 kişilik sınıfta kendini sosyalist olarak tanımlayan kişi sayısı son derece sınırlıydı. Önemli bir çoğunluğuna ise, sosyalizmin ne olduğunu sorsanız tanım yapamayacak kadar bu kavrama yabancı insanlardı. Kendini sosyalist olarak tanımlayan arkadaşlar da tam olarak Marksizm’i bilmiyorlardı ama kendilerini sosyalist olarak ifade ediyorlardı. Gerçekten de sınıfta yaptıkları savunmaları, çıkışları görece refleks olarak sosyalist denebilecek nitelikteydi. Diğerleri içinse geldikleri günle döndükleri gün arasında çok büyük bir fark oldu. Sınıfın yarıdan fazlası biz bu Marksizm’i öğrenmek ve anlamak zorundayız diyordu programın sonunda. Bu felsefeye hayranlık duydular. Marksizm’in dünyayı daha iyi algılamada önemli olduğuna ikna oldular. Bunu söyleme noktasına gelmeleri çok önemliydi. Ayrılırken pek çok arkadaşımın, Marks’ı okumalıyız, nerden başlamalı, nasıl bir yöntemsel çalışma izlemeliyiz diye sormaları, okumanın yöntemi nedir, hangi eserler önce hangileri sonra okunmalı diye sormaları... beni çok sevindirdi. Bir kez daha derslerde alınan notlar ya da diplomadan daha önemli olanın bu paylaşım ve etkileşim olduğuna ikna oldum. Bundan sonra da yazışacağız sürekli. Birbirimizden çok şey öğrendik.


sendikanet: Siz oradayken bir çok gelişme oldu AB ile ilgili. 3 Ekim’le beraber artık müzâkereler başlayacak. Bu süreçle beraber yapılan propagandalarla “Her şey çok güzel olacak” gibi bir hava oluşturuldu. Sosyal politikalar alanından bakarsak, her şey toz pembe mi olacak?



G.Y.: Sosyal politika alanından bakmadan önce hükümet tarafından, bürokratlar tarafından, AKP yetkilileri tarafından yapılan açıklamalardan, medyada yapılan tartışmalardan yola çıkarak şunu çok rahatlıkla söyleyebilirim bizi bekleyen süreç, işçiler açısından geçtiğimiz süreçten çok daha sancılı olacak. Bunu çok rahat söyleyebilirim dedim, çünkü bunu ben değil, hükümet söylüyor: “Hazırlıklı olmalıyız. Çok sancılı bir süreç olacak.” Demek ki daha verilmesi gereken tavizler var. Bu kadar değişmeye rağmen daha yeterli olmamış. Sosyal güvenlik alanında çok ciddi olumsuzlukların artık yaşamda can acıtacak boyutta yaşanacağını, mesela özelleştirmeler, tarımdaki uygulamalar, işsizliğin artması gibi, öngörmek mümkün. Herkes şunu söylüyor: AB’ye girdik artık yatırımcı daha güvenli bir şekilde Türkiye’ye yatırım yapacak. Yalan diyemem, doğru tarafları var ama bir yatırımcı bir ülkenin sadece AB’ye üye olup olmamasına göre değerlendirme yapsaydı, Avrupa sermayesinin AB dışına hiç yatırım yapmaması gerekirdi. AB’nin dış yatırımlarının en büyük payı Çin’e Hindistan’a gidiyor. Üyelikten ziyade yatırımcı yatırım yapacağı ülkenin politik ve ekonomik istikrarı üzerinde duruyor. Türkiye’de bu istikrar en azından bugün için sağlandı. İşçi sınıfı açısından bir istikrardan bahsetmiyorum. Sermaye sınıfı ve devletin, yeni birikim modeline adaptasyonu açısından bir istikrar sağlanmış gibi görünüyor. Ama bunun devam edip etmeyeceği konusunda hâlâ soru işaretleri var. Bu süreç statik ya da bitmiş bir süreç değil. Kaldı ki Türkiye’nin bulunduğu coğrafya son derece riskli bir coğrafya. Yani politik istikrarın kapitalist sistemde ilelebet güvenceli bir şekilde sağlanmasının mümkün olmadığı bir coğrafya. Ekonomik istikrarın önemli oranda politik istikrara bağlı olduğu göz ardı edilmemeli.

Bir örnek vereyim isterseniz. İşgal edilmiş Irak’ta bugün bir iç savaş var. Türkiye’nin bölgeye askeri düzeyde bir müdahalesi ekonomide bugün sağlanan istikrarın ters yüz olmasına neden olabilir. Çünkü bütün dengeler değişecektir. Zaten politik dengeler de değişecektir. ABD ve diğer emperyalist güçler Türkiye’nin müdahalesini istemeyeceği için hemen para muslukları kesilecektir. Bugüne kadar Türkiye’nin krize girmesini önleyen sıçak para akışı kesilecek, yabancı portföy yatırımları hızla yurt dışına çıkacaktır. Dolaysısıyla ben ‘o kadar pembe’ demiycem ‘pembe’ olarak bile görmüyorum. Bu sürecin işçiler açısından daha sancılı olacağını söylemek daha doğru olur.

Sosyal politikalar açısından değerlendirecek olursak. Bunun için önce AB’deki sosyal politikaların durumuna bakmakta fayda var. Eğer AB ülkelerinde sosyal politikalar açısından son beş on yıldır bir ileriye gidiş olduğunu görüyorsak benzerini Türkiye için umalım. Ama ben görmüyorum. Tam tersine sosyal politikalarda ciddi bir gerileme var. AB düzeyinde sosyal politikalar, sosyal normlar o kadar zayıftır ki; işçileri ilgilendiren bir tek işçi sağlığı ve iş güvenliği konularında AB normu vardır. Ciddi normlardır da bunlar gerçekten. Ama AB’de bir de giderek artan oranda bir kayıt dışı ekonomi vardır. Ayrıca, AB’de çok yaygın bir uygulama alanı olan sözleşmeli çalışma sistemi de unutulmamalıdır. Bunlar devreye girdiği zaman normlarınız zayıflar, daha doğrusu uygulama kapsamı daralır. Öte yandan, evet Almanya’da çalışma standartları demeyeyim ama, sendikalaşma oranı daha yüksek, sosyal politikalar daha gelişmiş. Bu, AB’nin Alman işçilerine sağladığı bir şey değildir.
Bir yandan Alman işçi sınıfının tarihsel sınıf mücadeleleri sonucunda, bir yandan da Alman sermayesinin taviz vermek zorunda kalarak sağladığı kazanımlardır ki bu da zaten sınıf mücadelesinin bir sonucudur.

sendikanet: Bir de Almanya Soğuk Savaş döneminde sınır ülkeydi. Dolayısıyla her iki sistemle de karşı karşıyaydı ve bu sebeple daha tavizkâr, daha kendine bağlayıcı davranmak zorundaydı.

G. Y.: Tabii. Ayrıca bir de şu var, genelde Avrupa’daki standartların Türkiye’den daha yüksek olduğu fikri Türkiye’de hâkim. Bakıyoruz, daha önceki aday ülkelerde de benzer süreçler yaşanmış. Şöyle bir inanç var: ‘Avrupa’da işçiler AB sayesinde bu sosyal politikalara sahipler.’ Bu büyük bir yanılgı. Eğer doğru olsaydı her ülkede ayrı bir sosyal politika modelinden ve inişli çıkışlı standartlardan söz etmek mümkün olamazdı. Tek bir norm olurdu, Brüksel’de belirlenirdi, Portekiz’de de, Almanya’da da, Danimarka’da da, Yunanistan’da da bu standart uygulanırdı. Böyle bir şey yok. Sosyal standartlar AB’nin her ülkesinde farklı.

sendikanet: AB üyesi olmak yatırım çekmek için başlıca neden değil dedik, Çin’i örnek verdik. Bu aslında ‘Türkiye’nin yatırım çekmesinin şartı Türkiye’nin AB’nin Çin’i olması.’ Tartışmalarını hatırlattı.

G. Y.: Türkiye’nin AB’nin Çin’i olmasından da öte, AB’nin kendisi Çin olmaya doğru gidiyor bana kalırsa. Bu süreçte bir yandan Türkiye gibi ülkeler AB’nin Çin’i olacak; ama bu yaşanırken bir yandan da Avrupa sermayesi kendi coğrafyasındaki işçi sınıfını işsizlik ve düşen ücretlerle terbiye ediyor, hizaya getiriyor. Yani bu sürecin, Avrupa işçileri için de bir bedeli var. Bu olayı, sadece Türkiye işçi sınıfının Avrupa sermayesi tarafından sömürülmesi olarak tanımlamanın doğru olmadığını düşünüyorum. Bu saldırı, her iki coğrafyanın işçilerine hedefliyor. Öte yandan, bugün Almanya’da yükselen milliyetçi duyguların kökeninde, Almanların da işsiz olması yatıyor. İşsiz oldukları için bunun nedeni olarak göçmen işçileri görüyorlar. Göçmen işgücü diyorlar ama, en büyük göçmen grup da Türkiye’li olduğu için, Türkiye’li göçmenler kızgınlığın odaklaştığı bir grup haline geliyor.

sendikanet: Şu kadar yabancı var, şu kadar işsiz var...

G.Y.: Göçmen ya da Alman olsun Almanya’daki işçiler bir yandan hızla yoksullaştıkça, bunu, aşırı milliyetçi duyguların yükselişi izliyor. Bunu önlemenin yolu var, ama bu yol işçi sınıfının örgütlerinden, daha doğrusu bu örgütlerin birer sınıf örgütü haline gelmesinden, sınıf bilincini kitlelere aktarmasından geçiyor.

sendikanet:Almanya’daki işçi sınıfı örgütlerine dair, sendikalara dair bir takım gözlemeleriniz olmuştur. Almanya’ya giderken ne düşünerek gittiniz, orada neyle karşılaştınız? Oradaki durum nedir?

G.Y.: Almanya’daki sendikal yapıların Avrupa sendikal örgütlenmesi içinde çok ciddi bir yeri olduğuna, politikaları belirlemede başta IG Metal sendikası olmak üzere, çok önemli bir yeri olduğuna, ama bu avantajın işçi sınıfı lehine kullanılmadığına inanıyordum ilk gittiğimde. Ne gördüm? IG Metal’in, Alman sendikal yapılarının beni yanıltmadıklarını tespit ettim. Düşündüğümden çok daha vahimdi oradaki durum. Bir yıllık program içerisinde, biz Almanya’daki işçi sınıfıyla yüz yüze geleceğimiz geziler istedik. Öyle bir etkinlik olsun ki işçilerle konuşalım, bir araya gelelim dedik. Üst düzey yöneticilerle çeşitli vesilelerle bir araya geldik, bu kısmı tamam. Ama biz işçilerle yüz yüze gelemedik, onlarla konuşamadık. Sendikalara gelince aslında bunun için Almanya’ya gitmek de gerekmiyor. Mesela en son Volkswagen’in sendikaya teklifi, ücretleri % 20 düşürün yoksa biz Polonya’ya gitmek zorundayız demesi, sendikanın bunu kabul etmesi, arkadan Alman borsalarının tavan yapması. Hemen arkasından Siemens’in benzer bir teklif için hazırlık yaptığının duyulması, sendikaların bu sağduyulu davranışının basına ve kamuoyunda tebrik edilmesi. Sorun yalnızca işçilerin ekonomik çıkarlarıyla sınırlı değil. Avrupa sendikalarını tanımlamada kullanılan klasik sendikal demokrasi anlayışında da ciddi bir erozyon söz konusu. Üst yönetimlerce alınan kararların öncelikle üyeler tarafından tartışıldığı, kolektif davranışın ve dayanışmanın egemen olduğu eski sendikal sistemin yerini, üyenin örgüte tamamen yabancılaştığı, örgüt yönetiminin önceliklerinin tabandan bağımsız olarak belirlendiği bambaşka bir sistem almış durumda. Ben Almanya’daki sendikaların şu an Almanya’daki işçi sınıfının çıkarlarını temsil edebildiğini düşünmüyorum. Bu sadece Almanya’da böyledir dersek haksızlık olur. İngiltere’de de durum çok farklı değil. AB’nin bir çok ülkesinde durum hemen hemen aynı. Bir tek İtalya bundan biraz farklı, çünkü en büyük sendika organizasyonu aynı zamanda en soldaki organizasyon. Ama Fransa için bile bunu söyleyemem, orada farklı diyemem çünkü üç sendika var, soldaki sendika, üçüncü yani en küçük sendika. En büyükleri liberal bir sendika. Liberal derken kelimenin anlamı açısından yanlış anlaşılmak istemiyorum, neo-liberal politikaları destekleyen ideoloji anlamında kullanıyorum liberali.

Dolayısıyla sadece Alman sendikaları değil, her ülkede benzer bir durum var. Aday ülkelerde durum daha da vahim.

sendikanet: Almanya’da olsun, Fransa’da olsun merkez ülkelerdeki sendikal bürokrasinin köklü bir geçmişe sahip olduğu biliniyor. İkinci dünya savaşının sonundan itibaren belki de sermayenin en çok önem verdiği konu sendikaları nasıl kendimize bağlarız oldu. En başarılı oldukları konulardan bir tanesi de bu oldu. Peki bu gidişat, bu umutsuzlaşma, güçsüzleşme, işsizlik dalgasının yayılması burada bir çözülme yaratmıyor mu? Sizin bu konudaki gözlemleriniz nedir?

G.Y.: Ben çözülmenin daha erken, daha önce, daha hızlı olmasını bekliyordum. Buna rağmen bu çözülme yaşanacak bu kaçınılmaz bir şey. Ama düşündüğüm kadar hızlı olmayabilir. Nedeni de yeni bir iş organizasyonu, örgütlenme yapısı gelişiyor. Bizim Türkiye’de post-fordizm dediğimiz, Avrupa’da buna daha güzel bir isim bulunduğuna tanık olduğum bir örgütlenme. Yeni Taylorizm diyorlar ki çok daha doğru bir tanım. Bu yeni iş organizasyonlarında işçilerin örgütlenmesi, politik bilincin örgütlenmesi eskiye oranla çok daha zor. Bir kere yeni organizasyonlar ciddi bir güvencesizlik yaratıyor. İşiniz var ama ne zaman kapı önüne konacağınız belli değil. İşiniz olabilir, ama üç ay sonra bitecektir. Üç ay iyi geçinebilirsiniz, o işin devam etme şansı olabilir, bu iyi geçinme sizin şikayetçi olmamanız anlamına gelir. Belki de sömürüye göz yummak, taviz vermek anlamına gelir. Bu durumlarda işçilerin örgütlenmesi elbette bizim beklediğimizden daha zor ve geç olacak. Ama mutlaka olacak.

sendikanet: Daha fazla mücadelede bulunmak daha fazla çabalamak, daha farklı mücadele yöntemleri kullanmak gerekiyor.

G.Y.: Yani küreselleşme sürecinin tek bir iyi tarafı varsa, o da işçi sınıfı bilincinin daha hızlı yaygınlaşması, hayallerin gerçekliklerle daha hızlı bir şekilde yer değiştirmesi için gerekli ortamı hazırlıyor olmasıdır. Bir film vardı belki izlemişsinizdir, ‘Güneşte Pazartesiler’. Ben senelerdir bütün dünya işçi sınıfının ‘Güneşte Pazartesiler’i yaşadığını düşünüyorum. Neyi kast ettiğimi anlatayım. Oradaki başrol oyuncusu işten çıkarılmış bir liman işçisi. Kafasında bir Avustralya hayali var. Avustralya’da işçilerin çok mutlu, refah içinde olduğuna, işsizlik diye bir sorunun olmadığına inanıyor. Bu liman işçisine göre Avustralya’da sistem işçilere büyük, güzel bir dünya vaad ediyor. Bütün ihtiyaçlarını karşılıyor. Herkes çok rahat ve mutlu orada. İşte bu liman işçisi, İşsiz kaldığı süreçte güneşin altında uzanıyor kayalıklara, sürekli Avustralya’nın hayalini kuruyor. Param olsaydı da Avustralya’ya gitseydim. Yanındaki arkadaşlarına da anlatıyor, biz İspanya’da doğduğumuz için şanssızız. Avustralya’da olsaydık her şey çok daha güzel olurdu. Şimdi Türkiye’deki işçilere baktığımız zaman ne diyorlar, ‘Ah Avrupa’da olsaydık!’. ‘Orda her şey farklı, her şey daha güzel.’ Bana göre Küreselleşme bu illüzyonu yıkan bir güç.

İşçi Sınıfı Siyam İkizleri Gibidir

İşçiler görecek ki , dünyanın her yerinde işçilerin durumu aynı. Görecekler ki, yine filmden bir alıntı yaparak söyleyeceğim, işçi sınıfı siyam ikizleri gibidir. Biri diğerinden ayrıldığı anda ikisi de ölür. İşçi sınıfının kendi içindeki ilişkisi böyle bir ilişkidir. Bunun böyle olduğu küreselleşme süreci içinde doğrudan işçilerin kendisi tarafından fark edilecektir. Bir önceki kamuoyu yoklamalarında işçiler ne diyordu? Bugün sizin anketinizde işçilerin yanıtları neler? Bir de iki sene sonrasını düşünün. Bu değişme çok pozitif bir değişme. Bu değişme beni mutlu eden bir değişme.

sendikanet: Bir yandan işçiler ‘Ah Avrupa’da olsaydım ne güzel olurdu’ derlerken, bir yandan da AB’yi destekleyen işçilere niye desteklediklerini sorduğumuz zaman, ‘AB ülkelerine gider orada iş bulurum’ seçeneği en az işaretlenen seçenek. ‘Türkiye’deki koşullar biraz daha iyi olur mu acaba?’ diye destekleyenler orada iş bulurum, serbestçe dolaşırım beklentisi içinde değiller.

G.Y.: Bu beklenti giderek kayboldu. AB kurumlarının Türkiye’den iş gücü akını olacak paniği bile onlara bunu anlattı. Niye bu kadar korkuyorlar çalışmak için oraya gidecek olanlardan? Tek başına bu tepki bile, serbest dolaşım ilelebet kapanabilir tepkisi bile bir eğitim aslında işçi sınıfı için. Öğreniyorlar. Bir başka şey, “okumuş adam iş bulur” kanısıydı. Şimdi artık okumuşlar için de durum değişti. Mühendis işsiz, doktor da işsiz, ya da işi var ama inanılmaz kötü koşullarda çalışıyor, çok düşük bir ücretle çok uzun saatler çalışıyor, sömürünün ayan beyan olduğu koşullarda çalışıyor. Artık aynı sınıfın üyesi olan bu iki grup, beyaz ve mavi yakalılar, kaçınılmaz olarak birlikte örgütlenecekler aynı sınıfın üyesi olduklarını anlayacaklar. Adım adım bu yaşanmaya başladı .

sendikanet: İşçilerin bilincini artırabilmek için neler yapılmalı sizce?

G.Y.: Politik eğitim. Politik eğitim bence birinci planda yaygınlaştırılması gereken bir konu. Ama orada bir durum var. Teorik politik eğitim işçilerin bugünkü apolitik, depolitize edilmiş düzeyinde kolaylıkla ısınabilecekleri algılayabilecekleri, anlayabileceği bir şey değil. Dolayısıyla o eğitimden önce eğitimcilerin eğitilmesi gerekiyor. Marksist terminolojinin gözden geçirilmesi gerek. Başlangıçta onların anlayabileceği, günümüze dair örneklerle beslenerek bu teorilerin aktarılması ama daha da önemlisi tartıştırılması gerekiyor. Günlük yaşamla teorinin bağını kurarak vermek gerekiyor.

Sendikalardaki örgütlenmecilerin, eğitimcilerin de böyle bir politik eğitimden geçmeleri gerek. İşte burada da siyasi partinin önemi ortaya çıkıyor. Ama siyasi parti de işçi sınıfından kopuk soyut bir kavram olmaktan çıkmalı, sınıfın içinde olmalı onun içinden doğmuş olmalı, doğmasa bile süreç içinde gerçekten işçi sınıfının siyasi örgütü olmuş olmalı. Eğer böyle değilse zaten çarpıklıkları, yabancılaşmayı ve emek örgütleri üzerindeki sonuçlarını görüyoruz.

sendikanet: Bir de bu sosyal forum sürecinden söz etmek gerek sanırım. Son dönemde biraz daha hızlandı gibi aslında. ASF Hazırlık Toplantısı yapıldı mesela İstanbul’da. Sosyal foruma baktığınızda aslında çok da sınıf perspektifi göremiyorsunuz. Sendikalardan bile çok az katılım var.

G.Y.: Diyelim ki sendikalar var. Ama öyle sendikalar vardır ki içinde, mesela ETUC Avrupa Sosyal Forumu’nun içinde, bu bizi mutlu edecek mi, bununla yetinebilir, işçi sınıfı oradadır diyebilir miyiz? Yani sendikanın da orada olması tek başına bir şey ifade etmiyor. Bir yandan sosyal forumlara yeni bir enternasyonal havası verilmeye çalışılıyor, ama orada sınıfa dair hiçbir şey yok, tartışması bile yok. Adeta bir duvar örülmüş oraya.

sendikanet: Küreselleşmenin işçilerin birbirlerini anlamasına dair itici bir güç olabileceğinden bahsettik. Bunu hızlandırmaya dair ne yapılabilir? Sosyal forumun durumu ortada.

G.Y.: Evet çok eleştiriyorum sosyal forumları, işçi sınıfı temsiliyeti yok. Ama sosyal forumun içine gidip, içinden eleştiriyorum. Yapılarını da eleştiriyorum. Ama ona hiçbir şekilde dahil olmayıp dışında durmuyorum. Gidip izliyorum. Floransa sosyal forumuna gittim. İlk güç ilişkilerini orada gördüm. Diğerlerini uzaktan izledim. Taraftar olan ve karşı olan görüşlerden tüm makaleleri okudum. Çok yakından takip ediyorum. Önemli bir gelişme diye görüyorum. Ama bu önemli gelişmeye bugün emekçilerin damgasını vurmadığını düşünüyorum. Kıyasıya eleştiriyorum sosyal forumları ama eleştirebilmek için bile takip etmem gerektiğini düşünüyorum. Ancak anladıktan sonra eleştirebilirsiniz. Bilmediğiniz bir konu hakkında bir şey söylediğiniz zaman işçiler bunu anlar ve haklı olarak size güven duyamaz. Bu yalnızca sosyal forumlar için değil, her konuda böyledir.

sendikanet: Yani sosyal forumlar değerlendirilebilir diyorsunuz?

G.Y.: Değerlendirmek mümkün olmasa bile, izlenmeli, eleştirilmeli ve en azından sosyal forumlar hakkında yanıltıcı umutların yaygınlaşmasının önlenmesi lazım diyorum.

sendikanet: İşçi sınıfı birbirinden haberdar olmak adına ne yapabilir? Ne gibi araçları geliştirmek lazım?

G.Y.: İletişimin kanalları açılmalı. İnternet erişimi dediğim zaman sadece benim ülkemde değil, dünyanın %90’ında, bu, işçilere henüz açık hale gelmiş bir alan değil.. Evet uğraşırsak onlar da interneti kullanmaya başlayabilir ama hemen arkadan dil sorunu geliyor. Ben sadece İngilizce için şunu söyleyebilirim bu olaya Amerikan emperyalizmi biçiminde bakmamak lazım. Öğrenilmesi en kolay olan yabancı dil ve giderek dünya içi sınıfının kendi içinde anlaşabileceği bir dil haline geliyor İngilizce. Böyle düşünmemde eski sömürgeci dönemin de etkisi var. Birleşik Krallığı düşünün, yıllarca pek çok ülke İngiltere’nin sömürgesi durumundaydı. Bu ülkelerin vatandaşları bugün İngilizce’yi ana dilleri olarak konuşuyorlar. İngiltere’den tek kişi yoktu programda, ama 23 kişiden 8’inin ana dili İngilizce’ydi. Bu insanlar, Namibia’lıydı, Nijeryalı’ydı Filipinli’ydi, Malezyalı’ydı, Barbados’luydu ama ana dilleri İngilizceydi.


Mesela bence AB üzerinden proje yapılıyorsa böyle bir proje yapılmalı. İşçiler arasından eğitilmesi kolay genç işçiler seçilip dil eğitimi verilmeli ve bu İngilizce olmalı. Hatta bir adım daha ileri gidelim bu işçilerin her biri bir dil eğitimcisi gibi yetiştirilmeli. Yani yetiştirilen her bir kişi en alt seviyede, internet üstünden yazışacak kadar bu dili öğrenebilir, diğerlerine aktarabilir. Bir konferansta çeviri yapmak için değil, birbirlerini anlayıp en alt düzeyde iletişim kurmaları için öğrenecekler İngilizce’yi. Bir yıldan kısa bir sürede bu verilebilir. Üç yıllık bir projede üç ayrı grup eğitilebilir. Her grup için bir yıl konulacak. Her yetişen aynı zamanda bir eğitimci olarak da yetişecek. Çok dikkatli seçilecek katılımcılar ve hiçbir şekilde feodal ilişkiler bu seçimde etkili olmamalı.

sendikanet: AB üyeliği konusunda Türkiye’de farklı eğilimler var. Sol cenah mesela eleştirel bakar ama; ‘sosyal bir Avrupa için, Emeğin Avrupası için mücadele edilemez mi?’ diyerek, bugünkü Avrupa’yı değil ama, daha ileriki düzeyde bir sosyal Avrupa’yı hedefleyerek sürecin içinde yer alınması gerektiğini savunur. Bu bir damar. Sendikacıların da önemli bir kısmı bu damara dahil. Bir de ikinci bir damar var. ‘AB emperyalist bir birliktir. Bunun karşısında mücadele edilmelidir’ diyen. Siz ne düşünüyorsunuz? Emeğin Avrupası gerçekçi bir beklenti mi?

G.Y.: Önce şöyle bir ek yapacağım sizin söylediklerinize bu iki damara kendimi de dahil ettiğim üçüncü bir damar eklemek istiyorum. İki görüşte de değilim üçüncü farklı bir görüşü savunuyorum. Kapitalizm nasıl Türkiye işçilerine bir şey getirmiyorsa, AB de Türkiye ve Avrupa emekçilerine bir şey getirmeyecektir. AB, bir işçi sınıfı projesi değildir. Türkiye’nin AB’ye girmemesi de Türkiye ya da Avrupa emekçileri için çözüm değildir. Dolayısıyla durumu ‘AB’ye üye olduk ondan böyle oldu’ diye koymuyorum ben. AB’ye girmesek de aynı politikaları uygulamaya devam edecek Türkiye. AB ile Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) talepleri aynı. Kaldı ki Türkiye içindeki sermaye gruplarının çıkarlarının da dünya sermayesininkinden farklı olmadığını biliyoruz. Dolayısıyla bu bir sistem sorunu, AB de bu sistemin ajanlarından biri. Mesele AB ile sınırlı görülmemeli. Sorun AB’ye girilsin mi girilmesin mi ikilemine indirgenmemeli. Bu işçi sınıfının bilinci üzerinde de negatif etkisi olacak bir tartışma diye düşünüyorum. Girilirse işçi sınıfına bir çözüm getirmeyecek, girilmese de durum daha iyi olmayacak. AB’yi kapitalizmin gelişimi içerisinde bir aşama olarak görüyorum. Asya’da nasıl APEC var, Kuzey Amerika’da nasıl NAFTA var, Avrupa’da da AB var. Bu yapılar birebir aynılar demek istemiyorum. Farklılıkları da var, AB’nin en azından politik bir örgüt olma çabaları da var. Politik değil bence ekonomik bir örgüt ama, çabaları var bu yönde. Ama bu AB’yi kapitalist bir ajan olmaktan çıkarmıyor. Dolayısıyla o ikileme sıkışmayı doğru bulmuyorum.