Sol politikanın alternatifleri sadece kamusal eğitim, sağlık, ulaşımla
sınırlı olmamalı; "ticareti yapılabilen" ya da "ticareti
yapılamayan" ikilemine indirgenmemeli. Bu olursa, sol siyaset, insan emek gücünü
de "özel mülk/meta" kabul etmek zorunda kalır. BİA (İstanbul) - Bolkestein Yönergesi üzerine
yaptığımız genel değerlendirmenin ardından, son dönemde Avrupa'da yoğun olarak
tartışılmaya başlanan, kamu yararı ve ekonomik çıkar hizmetleri ayrımı"na
ve bu ayrımın mantıksal temeline bir göz atalım.
Her şeyden önce, kamu malı kavramının doğru bir biçimde tanımlanması gerekir.
Kamu malı nedir?
Inge Kaul'a göre, "bu soruya verilecek en iyi yanıtı bulmak için,
kavramın zıddına, yani özel mal kavramına bakmak gerekiyor.".
Kaul, özel malların en tipik özellikleri arasında: piyasada ticaretlerinin
yapılabilmesi; sahiplerinin açık bir biçimde tanımlanabilir olması ve bu sahiplerin
birbirleri ile rekabet etme eğilimi içinde olmalarını sayıyor. Ancak, bu
tanımlamada, mal ve hizmetlerin ticarete konu edilip edilememelerinin kendi
doğalarından gelen bir özellik olduğu biçiminde bir kabulün varlığı dikkat
çekiyor.
Bu, aynı zamanda, ticaretin doğal ve olmazsa olmaz bir eylem olduğunu da kabul etmek
anlamına geliyor. Peki, insanlar niçin ticareti doğal bir faaliyet gibi kabul etmek
zorunda?
Oysa kamusal olan, eşya ya da hizmetin kendisi değil, toplumların ihtiyacı üzerine
üretilen bu mal ve hizmetlerin bir hareket biçimi ya da topluma sağlanış tarzıdır.
Bu nedenle kamusal mal ya da hizmet, kendi zıddı olan "özel mal"la birlikte
tamamen kapitalizme özgü olan bir kavramdır.
Kamusalı yaratmak
Gerçekten de, eğer sınıfların olmadığı, tüm mal ve hizmetlerin toplum tarafından
ve toplumun ihtiyaçlarını gidermek amacıyla üretildiği başka bir sistemde yaşıyor
olsaydık, kamusal ya da özel diye bir tartışma söz konusu olmazdı. Bu yüzden, kamu
malları, kamu hizmetleri konusunun ekonomi politik alanında yapılacak analizlere konu
olması gerekir.
Bu bağlamda, günümüzde, kamu mallarının korunması ya da savunulmasından da söz
edilemez, çünkü bir şeyi savunmak ya da korumak için önce ona sahip olmak gerekir.
Buna göre, öncelikle tüm insanlığı kapsayacak olan "kamusal"ı yaratmak
gerekecektir. Böyle bir bakış açısı, aynı zamanda, insan emeğinin ürettiği
değerler üzerinde yapılagelen tehlikeli pazarlıkların parçası haline gelme riskini
de ortadan kaldıracaktır. Bu tür pazarlıklar, bugün, emek örgütlerini bile,
örneğin sağlık emekçilerinin haklarını koruma adına eğitim, kültür, enerji gibi
sektörlerin emekçilerinin haklarını feda etme noktasına getirmektedir.
Böylesi bir bakış açısı bizi başka bir soruya daha götürecektir: Kapitalist bir
toplumda kamu mallarının savunulması ve korunması mümkün müdür? Farklı sosyal
sınıflar kamu mal ve hizmetleriyle ilgili olarak aynı taleplerde ortaklaşabilir mi?
Emekliler, işsizler ve sayıları milyonlarla ifade edilen çalışan yığınlar haklı
olarak en azından temel ihtiyaç olarak tanımlanacak mal ve hizmetlerin topluma parasız
verilmesine gereksinim duymaktadırlar. Peki bu alanlarda ekonomik faaliyette bulunan ve
sürekli olarak kârlarını maksimize etmeye çalışan şirketlerin beklentisi nedir?
Genelde, toplumsal ve çevresel yarar olarak ifade edilebilecek her şeyin rekabet adına
kaldırılmasını, üretimde verimliliğin ve etkinliğin artmasını isteyeceklerdir.
Sol politika neye kamusal demeli?
Sol alternatiflere göre hangi mal ve hizmetler kamusal olarak sayılmalı, hangi
bazıları sayılmamalıdır? Bu soruyu yanıtlamak için toplumların ihtiyaçları
doğru bir şekilde belirlenmek zorunda. Devletler tarafından yerine getiriliyor olsa
bile tüm faaliyetler kamu malı ya da hizmeti olarak kabul edilemez. Marx'ın son
derece doğru olarak tespit ettiği gibi, kapitalizmde bazı mal ve hizmetler gerçekte
ihtiyaç olmadıkları halde, topluma birer ihtiyaç gibi kabul ettirilmiştir. Örneğin,
finansal araçlar ile işlemlerin kamusal olarak tanımlanması mümkün değildir. Ya da
devlet emrindeki güvenlik güçleri, savunma bakanlıkları veya savunma ve silah
sanayileri kamusal değildir. Çünkü, tüm bunlar sadece belli bir zümrenin, kapitalist
sınıfın ve sınıflı sistemlerde söz konusu olan ihtiyaçlarıdır, ama toplumun
genelinin değil.
Bu nedenle, örneğin, Nobel ödüllü finans işlemlerine dayalı Tobin Vergisi'nin sol
politikalar tarafından desteklenmemesi gerekir. Çünkü finansal işlemler de kamusal ya
da kamu yararının söz konusu olduğu bir alan değildir ve bu nedenle bu alanı
güçlendirecek, sürekli kılacak bir girişim savunulmamalıdır.
Sol politika ve sendikaların bu konudaki alternatifleri yalnızca kamusal eğitim,
kamusal sağlık ya da kamusal ulaşım sistemleri ile sınırlı olmamalı ve bu
mücadele asla ve asla "ticareti yapılabilen" ya da "ticareti
yapılamayan" ikilemine indirgenmemelidir. Çünkü bu yapılacak olursa, sol
siyaset, sadece yüzyıllardır ticareti yapılabildiği için insan emek gücünü de
"özel mülk" ya da "meta" olarak kabul etmek zorundadır.
Kamu hizmeti yerine "sadaka yardımları"
Aynı şekilde sol siyaset tarafından üretilecek alternatifler, kitleleri üretim
süreçlerinin dışına iten liberal-sağ çözümleri şiddetle reddetmelidir. Bunlardan
biri de, "sadaka yardımları" olarak isimlendirilebilecek olan Dünya Bankası
patentli "Sosyal Yardımlar"dır. Bu politika, halihazırda devletler
tarafından sağlanmakta olan kamu hizmetlerinin yerine geçirilmeye çalışılmaktadır.
Emek gücünü atıllaştırıcı bu tarz politikalar, her ülke özelinde ülkenin
zenginlik düzeyi ile bağlantılı olarak farklı seviyelerde veriliyor olmaları
dolayısıyla yarattığı eşitsizlik bir yana, toplumun bilinç düzeyi üzerinde de bir
afyon etkisi yapmaktadır.
Devletin sınıfsal karakteri
Son olarak, kamu ve kamusal alan meselesi aslında doğrudan doğruya Marx'ın değer
teorisi, daha doğrusu "kullanım değeri" ile ilgili teorisini anlamayı,
tartışmayı ve bugüne uygulamayı gerekli kılıyor. Son 20 yıldır neredeyse
unutulmaya yüz tutan Marksist teorileri tartışmaktan, kullanmaktan çekinmemeliyiz.
Ayrıca, tüm bu taleplerin muhatabının kim olacağı sorusunu da tartışılmalıdır.
Eğer bu soruya "muhatabımız devletlerdir" diye yanıt veriliyorsa, bu kez de
bu devletler tarafından imzalanan, onaylanan ve ülke yasalarına geçirilen
uluslararası ticaret anlaşmalarının, neden sürekli olarak işçi sınıfının
aleyhine olduğu sorusunun yanıtlanabilmesi gerekir.
Buradan hareketle, devletin sınıfsal karakterinin tartışılması, bireysel mülkiyet
hakkının neden uluslararası kabul görmüş bir insan hakkı olarak tanınmak zorunda
olduğu da. sorgulanmalıdır.
Bireysel mülk sahipliği bir insan hakkı olarak kabul edildiğinde, kapitalist
sınıfın mülkiyet hakkını tehdit edecek olan kamusal alanı tarif etmek, yaratmak ve
savunmak mümkün olamaz. Saldırılar karşısında, farklı sektörlerin işçileri
üzerinde pazarlıklar yapmak yerine tüm bu sorular, işçi sınıfının değişik
katmanları içinde tartışmaya açılmalıdır. (GY/TK)
* Gaye Yılmaz, Ekonomist, Birleşik Metal İşçileri Sendikası Uluslararası
İlişkiler Departmanı |