"Sosyal Avrupa'yı koruduk" gibi rehavetlere kapılmamalı;
Bolkestein'ın yeni versiyonları beklenmeli. Yönerge aslında AB'nin Hizmet Ticareti
Genel Anlaşması GATS'a uyum zorunluluğu. GATS'ın doğası piyasalaştırılmamış
hiçbir kamu hizmeti bırakmamak.
BİA (İstanbul) - Kimileri
tarafından "Hizmetler Yönergesi", bazılarınca da "Bolkestein
Direktifi" olarak bilinen yasa, uzun tartışmalara, sendikaların yoğun lobi
çalışmalarına ve Avrupa çapında bir dizi protesto eylemine rağmen, sonunda Avrupa
Parlamentosu'nda (AP) onaylandı.
Gerek muhalifleri, gerekse destekleyicileri, yasa hakkında bugüne kadar pek çok şey
yazdı ve söyledi. Bu yazıda ise amaç, söz konusu yönergeyi, bu toz bulutu içinde
-birkaç istisna dışında- pek değinilmeyen bir boyut ile ilişkilendirilerek analiz
etmek; yani yönergenin kapitalizmin dünya ölçeğinde gelişimi çerçevesinde
değerlendirmesini yapmak, uluslararası bağlantılarını kurmak.
Her şeyden önce Bolkestein Yönergesi'nin içeriğine bir göz atmamız, yönergenin ilk
taslağı ve son şeklini karşılaştırmamız ve daha da önemlisi karşı
çıkışların ortaklaştığı noktaları belirlememiz gerekiyor.
Yönergede neler değişti?
İlk taslakta yer alan maddelerden en çok tepki çekeni, hizmet sunacak şirketlerin,
faaliyet gösterdikleri ülke yerine, ilk kuruldukları ülkenin yasalarına tabi
tutulacak olmalarıydı (köken ülke ilkesi-country of origin principle). Bu kaygının
kökeninde ise Avrupa Birliği'nin (AB) sosyal standartları görece daha yüksek olan
güçlü devletlerinde kurulu şirketlerinin, standartların en düşük olduğu AB
ülkelerinden lisans aldıktan sonra -hangi üye devlette faaliyet gösterirlerse
göstersinler- bu ilk kez lisans aldıkları, yani düşük standartlı ülkenin
yasalarından yararlanabilecek olmaları yatıyordu.
Başka bir deyişle lisansını örneğin Polonya'dan alan bir Almanya şirketi, Almanya,
Fransa ya da İtalya'da faaliyet gösterdiğinde, yalnızca Polonya yasalarını
uygulamakla sorumlu olacak, böylece işçilerin en korumasız olduğu AB ülkelerinin
yasalarından yararlanabilecekti.
Her ne kadar AP'nin kararı bağlayıcı olmasa ve nihai karar otoritesi AB Konseyi olsa
da, AP içersinde son dakikada sağlanan belli uzlaşmaların sonucunda bu hüküm
yönerge metninden çıkarıldı. Söz konusu bu gelişme, başta Avrupa Sendikalar
Konfederasyonu (ETUC) olmak üzere, çeşitli grup ve örgütlerce "Sosyal
Avrupa'nın başarısı" olarak lanse edildi.
Eğitim, su, enerji hâlâ anlaşma kapsamında
Tepki gösterilen konulardan bir diğeri de, yönerge taslağının tüm hizmetleri aynı
kategori altında ele alıyor olması ve örneğin ekonomik çıkar hizmetleri ile kamu
yararı bulunan hizmetler arasında hiçbir ayrım yapmıyor olmasıydı.
Nihai metinde, yine uzlaşmaların neticesi olarak, bu konuda da bir orta yol izlendi ve
kamu yararı olarak tarif edilen hizmetlerden sadece birkaç tanesi: sosyal hizmetler,
ulaşım hizmetleri, sağlık hizmetleri ve güvenlik hizmetleri, yönergeden
çıkarıldı. Bu gelişme de büyük bir başarı olarak adlandırıldı ve eğitim, su,
enerji, kültürel hizmetler, mühendislik hizmetleri de dahil, daha pek çok kamusal
hizmetin anlaşma kapsamında kaldığı görmezden gelindi.
"Sosyal Avrupa"
İşin daha da ironik olan boyutu ise, özellikle bu yönerge özelinde sıkça gündeme
getirilen "Sosyal Avrupa" sloganının, değil sosyal olanı, bir Birliği bile
savunduğunu ileri sürmenin mümkün olmayışıdır.
Zira sosyal Avrupa adı altında aslında, Avrupa'da zaten hiçbir zaman aynı olmayan
sosyal standartların yine böyle sürdürülmesi -ki böyle bir duruş Birlik
düşüncesi ile de taban tabana zıttır-, kötü durumda olanın kendi haline terk
edilmesi ve bunun, yalnızca görece daha iyi durumda olanın sürdürülmesi adına
yapılması savunulmaktadır.
AB gerçekten sosyal olsaydı, yönergeye konmaya çalışılan "köken
ülke" ilkesinden korku duymaya, hatta böyle bir ilkenin kendisine gerek
duyulabilir miydi? AB, gerçekten sosyal olsaydı, Avrupa sermayesi Birlik coğrafyası
içinde emeğin daha vahşi koşullarda sömürülebildiği ülkeler bulabilir miydi? AB,
gerçekten sosyal olsaydı, sendikalarda, Polonya, Portekiz, Yunanistan, Macaristan gibi
ülkelerin düzenlemelerine karşı bugün duymakta olduğumuz paranoyalar oluşur muydu?
Ya da daha açık bir ifadeyle, sendikalar, standartların düşük olduğu AB
ülkelerinin yasaları ve işçilerinden bu denli korkar mıydı? Daha da önemlisi, AB,
gerçekten sosyal olsaydı, Avrupa sermayesinin uluslararası kapitalist sistem içinde
kendini var edebilmesi olanaklı olabilir miydi? Bu ihtiyaç -yani içerisinde Avrupa
sermayesinin yatırım yapabileceği, daha kötü koşullarda çalıştırabileceği daha
ucuz işgücünün olduğu ülkeler- var olduğu sürece AB'yi sosyal bir blok olarak
tanımlamak mümkün değildir.
Bu bağlamda, Bolkestein süreci, AB'nin sosyal olup olmadığı tartışmalarına da son
noktayı koymuştur. Kaldı ki yaşanmakta olan süreç, iyi durumda olanın da güvence
altında olmadığı, sürekli hak kayıpları yaşadığı, yani iyi-kötü ayırımı
yapılmadan topyekun bir mücadelenin kaçınılmaz olduğu bir süreçtir. Bu bağlamda,
örneğin, Avrupa'da standartların en yüksek olduğu ülkenin hukuku temel alınıp,
yönergeye de bu standartlar, geri dönülmez ve tüm Avrupa emekçilerinin
yararlanabileceği bir biçimde konmuş olsaydı, bu hem sosyal Avrupa adına ileri bir
adım olarak değerlendirilebilir hem de yönergenin bir başarı olarak nitelendirmesini
bir ölçüde de olsa meşru kılabilirdi.
Topyekun geri gidiş: Almanya, Fransa ve AİHM
örnekleri
Öte yandan, tüm olumsuzluklarına rağmen yönergeyi, ancak, sınırlı bir başarı
olarak nitelendirmek için bile belli bazı ön varsayımların geçerli olması
gerekiyor.
Öncelikle, AB üye devletlerinin her birindeki verili, sınıflar arası güç
dengelerine bakalım ve görece yüksek standartların geçerli olduğu üye devletlerde
bu elverişli koşulların ilelebet olmasa bile, daha uzun bir süre korunup,
korunamayacağını anlamaya çalışalım.
Başta Almanya, Fransa, İtalya ve İspanya olmak üzere tüm AB ülkelerinde, yalnızca
hizmetler alanında değil, üretimin bütün sektörlerinde hızlı bir yeniden
yapılanma sürecinden geçilmektedir. Bu sürece gerekçe olarak gösterilen gereklilik
ise Avrupa sermayesinin özellikle ABD karşısında rekabet gücünü koruma, artırma
ihtiyacıdır.
Gerçekten de, örneğin Almanya'da, klasik anlamda devlet memuru sayısı artık
son derece düşüktür ve eğitim emekçileri de dahil olmak üzere kamusal alanda hizmet
verenlerin -adı "memur" olanların- çok önemli bir çoğunluğu sözleşmeli,
geçici ve güvencesiz koşullarda istihdam ediliyor.
Başka bir deyişle, hizmeti üretenler açısından Almanya çok hızlı bir
liberalizasyon, esnekleşme ve kuralsızlaşma sürecinden geçmektedir. Geçen yılın
başında yürürlüğe konan Hartz IV isimli yasa, Almanya'da sosyal alanın
tasfiyesinde atılmış önemli adımlardan yalnızca bir tanesidir.
Fransa'da da durum pek farklı değildir. Özellikle son 3 yıldır yaşanan okul
işgalleri, öğrenci eylemlerinin, üniversite araştırma görevlilerinin iş bırakma
eylemlerinin kökeninde, Fransız devleti eliyle yürütülen kuralsızlaştırmalar
yatıyor.
Örneğin, geçen ay Fransa'da bağıtlanan ulusal toplu sözleşmede, bir yıl içersinde
işverenin işçileri dilediği gibi çalıştırılabileceği ekstra süreler, yani fazla
mesai süreleri 180 saatten 220 saate çıkarıldı. Fransa'daki yeni düzenlemelerin
getirdiği bir diğer tehlike de, fazla çalışılan sürelerdeki artışa karşın, bu
çalışmalar için ödenecek ücrette bir artışın söz konusu olmaması. Yeni taslağa
göre, işverenler uygulamak istedikleri iş organizasyonuna bağlı olarak taslak
içeriğinin çok ötesine geçme olanağı da elde etmektedirler.
Yine bu taslağa göre, çalışma süresi hesabı tümüyle parasal ödemeye
dönüştürülebilecek, yani işçiler fazla çalıştıkları süreleri, daha sonra
istediklerinde kullanacakları izinlerle telafi etme hakkını kaybedecektir. Taslak metne
göre, denkleştirmenin parasal değerlendirmesini yapma yetkisi de tek taraflı olarak
sadece işverenlerde olacaktır.
Çalışma süresi hesabının (1) kullanılıp kullanılmayacağına, örneğin
hesabın tasfiyesi, transferi, bir iznin finansmanı vb. konularda karar verecek mercii de
sadece işverenler olacaktır. Ayrıca, parasallaştırılacak unsurlar için kullanılan
oran, daha önceki yüzde 3 düzeyinden, 1 Şubat'tan itibaren yüzde 2,5'a
düşürülmüştür.
AB'deki topyekun geri gidişe verilebilecek en çarpıcı örnek ise, Avrupa İnsan
Hakları Mahkemesi'nin (AİHM) kısa süre önce aldığı bir karardır. Mahkeme,
aldığı karar çerçevesinde Danimarka çalışma yasalarını mercek altına almış ve
işçilerin "örgütlenmeme hakkı"nı ihlal ettiği gerekçesiyle,
Danimarka hükümetinden çalışma yasasını değiştirmesini, sosyal hükümlerini
kaldırmasını istemiştir. (2)
Sevinmek için gerekli koşullar yok
Bu örnekleri artırmak mümkün; fakat asıl doğru okunması gereken husus, tüm bu
örneklerin çok ciddi eğilimleri ortaya koyuyor olması. Başka bir deyişle, ne yazık
ki "köken ülke" prensibinin yönergeden çıkarıldığına sevinmek
için gerekli koşullar bulunmamakta.
Çünkü AB sermayesi, düşük standartlı, ucuz işçi çalıştırmak için lisansını
başka bir ülkeden almak zorunda kalmamak, bu elverişli üretim koşullarını kendi
coğrafyalarında oluşturmak adına zaten önlemler alıyor.
Bolkestein GATS'a uyum zorunluluğu
Yine bu meseleyi bir başarı gibi algılama ve bu şekilde sunmada sorun yaratabilecek
bir diğer konu da, AB üye devletlerinin de imza koyduğu uluslararası anlaşmalardır.
Bu anlaşmalardan konumuzla doğrudan ilintili olanı, Dünya Ticaret Örgütü'nün
(DTÖ) Hizmet Ticareti Genel Anlaşması'dır (GATS) ki Bolkestein Yönergesi
aslında AB'nin GATS'a uyum adına çıkarmak zorunda olduğu bir yasadır.
Bu bağlamda AB, bir yandan aday ve yeni üye devletleri kendi serbest piyasa hukukuna
uymaya davet ederken, diğer yandan da kendi hukukunu uluslararası kapitalist işleyişe
tam uyumlu hale getirmek, işleyişinde var olan, geçmişten gelen sosyal düzenlemeleri,
imzaladığı anlaşmalar uyarınca tasfiye etmek zorundadır.
Üstelik AB, Dünya Ticaret müzakerelerinde ve ticaretin, yatırımların dünya
çapında liberalleşmesinde proaktif bir rol üstlenmiş olmasının yanı sıra, serbest
piyasa kapitalizminin başını çeken ülkeler grubunun da en güçlü üyesidir.
Bolkestein'ın devamı gelecek
Yani, "sosyal Avrupa'yı koruduk, biz kazandık" gibi rehavetlere kapılmamalı,
tıpkı Almanya'daki Hartz 1, Hartz 2 ve nihayet Hartz 4 süreçlerinde olduğu gibi,
Bolkestein Yönergesini de takip edecek Bolkestein 1, 2, 3 gibi versiyonları
beklenmelidir .
Bunun da ötesinde, GATS anlaşmasının doğası (built-in principle) gereği, piyasaya
açılmayan tüm hizmet alanlarının beşer yıllık periyotlar dahilinde yapılacak
müzakere turları aracılığıyla ve sonunda piyasalaştırılmamış hiçbir kamu
hizmeti kalmayıncaya kadar devam ettirilmesi gerekiyor.
Böyle olması dolayısıyla, şimdilik yönerge dışında tutulan 4 hizmet alanının da
kısa süre içinde serbest piyasa mönüsüne eklenmek zorunda olunduğunu unutmamamız
gerekiyor.
Avrupa Birliği'nde serbest piyasanın en ateşli savunucusu AB Komisyonu'nun,
Parlamentodaki oylama sonucundan duyduğu memnuniyeti gizlememesi ve AP'nin merkez sağ
parlamenterlerinin "bu bizim eserimiz, muhafazakar sağ ile yaptığımız
ittifakların neticesinde bu sonuca ulaştık" (EU Observer, Feb.2006) diyerek
yönergeyi savunması da bir o kadar düşündürücü ve aynı zamanda tespitlerimizi
doğrular nitelikte. (GY/TK)
* Gaye Yılmaz, Ekonomist, Birleşik Metal İşçileri Sendikası
Uluslararası İlişkiler Departmanı
1. Çalışma süresi hesabı, Avrupa ülkelerinde esneklik uygulamalarıyla
birlikte gündeme gelen ve çalışılan sürelerin biriktirildiği, standart sürenin
üzerinde kalan sürelerin daha sonra işçilerin de rızası ve görüşleri
çerçevesinde izin biçiminde telafisine izin verilen bir uygulamadır.
2. Danimarka yasalarına göre, sendikaların güçlü temsiliyete sahip olduğu
işyerlerinde, işe giriş vb konularda sözleşmeye "sendikaya üye olma"
şartını koydurabilmesi mümkündür. Halihazırda uygulama alanı son derece dar olan
(Danimarka'daki işyerlerinin yalnızca yüzde 10'unda sendikalar böyle bir güce sahip)
bu yasal düzenleme, AİHM'ye göre bir hak ihlaline yol açıyor.
|