mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Hizmetlerin piyasalıştırılması: Olayın teknik ve teorik boyutları Gaye Yılmaz - Hukuk ve Adalet Dergisi - Sayı 1 -Temmuz 2004
|
Türkiye’de sadece bir kaç ay öncesinden bu yana yoğun olarak
tartışılmaya başlanan Kamu Yönetimi Kanun tasarısını ya da hizmet alanlarının
serbest piyasa ekonomisine dahil edilme sürecini tam olarak anlayabilmek için reformun
geri planına bakmakta ve gerekçelerini bilmekte yarar var. Önce gerekçe kısmından başlanacak olursa, kapitalizmin halen
aşamadığı ve son olarak 70’li yılların başında bir kez daha kendini ortaya koyan
aşırı üretim krizini gerekçeler listesinin en başına koymak gerekiyor. Bu tespit,
olayın politik perspektifle ele
alınmasının yanı sıra, hizmetlerin piyasanın ellerine teslim edilişine ilişkin
uluslararası düzeyde atılan ilk somut adımlarla sistemin krizinin tarihlerinin çakışması dolayısıyla
da doğrulanmaktadır. Gerçekten de Tarifeler ve Ticaret Genel Anlaşması GATT*’ın yapısal bir değişikliğe uğratılması ve GATT’ın, adında geçen gümrük vergilerine ilişkin düzenlemelerin ötesine geçerek tarım, hizmetler gibi -o süreçte- devletlerin denetimi altındaki tüm alanları da kapsayacağına dair ön karar, 1973-1979 tarihleri arasında yine GATT altında toplanan Tokyo Raundu sırasında alınmıştır. Daha sonra 1986-1994 Uruguay Raundunda ise alınmış olan bu ön karar nihai anlaşmalara dönüşmüş ve konumuzla ilgili olarak 1994 yılında GATS*-Hizmet Ticareti Genel Anlaşması imzalanmıştır. Türkiye’nin de içinde olduğu bu ilk çok taraflı ticaret anlaşmasına taraf olan ülke sayısı bugün 146’ya ulaşmıştır. DTÖ eski başkanı Renato Ruggerio GATS’la ilgili görüşlerini
şöyle dile getirmektedir: “GATS ile, daha önce ticaret politikası içinde
tanımlamadığınız alanları bile piyasa ekonomisine açabiliyorsunuz ve yerli hizmet
şirketlerine tanıdığınız ayrıcalıkların aynısını ya da daha fazlasını
yabancı şirketlere de tanıyorsunuz. Korkarım şu anda ne hükümetler neyin altına
imza attığının ne de şirketler neler kazandıklarının farkında değiller.”
American Express’in eski başkan vekili Harry Freeman ise “Eğer Uruguay Raundu
gecikmeyip, zamanında bitmiş olsaydı, bugün GATS gibi bir anlaşmaya sahip
olamayabilirdik”
GATS sektörleri arasında, eğitim, sağlık, ulaşım, su, belediye hizmetleri, hukuk hizmetleri, bankacılık , sigortacılık ve finans hizmetleri, müteahhitlik ve mühendislik hizmetleri, belediye hizmetleri, çevre hizmetleri, enerji hizmetleri, turizm, lojistik, kurye, posta ve telekomünikasyon hizmetleri, kültürel hizmetler vb bütün hizmet alanları sayılmaktadır. GATS Anlaşmasının hukuk mercii, uluslararası tahkim sistemi olarak belirlenmiştir. NAFTA[1]’daki gibi şirketlerin devletleri dava etmesini olanaklı kılan GATS Anlaşmasına göre, şirketler, yatırım yaptıkları ülkelerde hükümetler GATS’ın tüm gereklerini yerine getirdikleri halde, daha önce öngördükleri karlılık oranlarına ulaşamadıklarında bile devletleri dava edebileceklerdir.[2] Anlaşmanın ilgili hükmü: “Uyuşmazlıkların Halli Panelinde, konu, GATS’dan kaynaklanan haklar ve yükümlülükler ışığında irdelenir” şeklinde düzenlenmiştir. Buna göre, bir durumun tahkim panelinde dava edilebilmesi için şu iki durumdan birinin gerçekleşmesi gerekmektedir: -
Bir üyenin, yükümlülüklerini veya spesifik taahhütlerini yerine
getirmemesi; Ya da bir önlemin GATS hükümleriyle çelişmemesine rağmen bir üyenin belirli bir taahhüt altında gerçekleşmesini umduğu bir faydanın boşa çıktığını ya da zedelendiğini düşünmesi GATS anlaşması ilk imzalandığında, gerek Türkiye’de fakat
gerekse dünyadaki diğer ülkelerde hiç bir muhalefetle karşılaşmamıştır. Küresel
düzeydeki ticaret ve askeri anlaşmalarda kullanılan teknik dil, anlaşmanın özellikle
de o süreçte pek iyi bilinmediğini düşündürmektedir. Fakat bu sıkıntı bir tarafa
bırakılarak GATS kendi içinde analiz edildiğine dikkat çeken bir husus daha vardır
ki o da anlaşmada izlenen görece “demokratik” metot olarak karşımıza
çıkmaktadır. Örneğin, 1994’teki ilk metinde hiç bir şekilde kamu hizmetlerinin
özelleştirileceğinden bahsedilmemekte, yalnızca hizmetlerin ticarileştirileceği
belirtilmektedir. Ayrıca yine bu metinde, taraf devletlere istedikleri bazı kamusal
hizmet alanlarını anlaşma kapsamı dışında tutabilme özgürlüğü ile anlaşmaya
dahil etme kararı aldıkları hizmet alanlarında belli istisnalardan yararlanma hakkı
tanınmıştır. Örneklemek gerekirse, bir üye devlet, eğitim, sağlık vb diğer kamu
hizmetlerini GATS’a dahil etmeme ya da dahil etse bile örneğin yabancı eğitimci veya
hekimleri ülkesine kabul etmeme istisnası kullanma hakkına sahip olacaktır anlaşmaya
göre. Ancak, sayılan bu görece “demokratik” hükümler, son derece
önemli genel hükümlerin pek çok demokratik örgüt tarafından gözden
kaçırılmasında bir perde vazifesi görmüş gibidir. Gerçekten de anlaşmanın genel
hükümleri arasına serpiştirilen “Stand Still” ilkesine bağlı olarak üye
devletlerin verdikleri taahhütlerden geri dönmeleri olasılığı tamamen ortadan
kaldırılmış; “Built In” ilkesi ise -özellikle stand still ilkesi ile birlikte
düşünüldüğünde- anlaşmanın belli periyotlarla yeniden dizayn edilmesi,
dolayısıyla da piyasalaştırılacak hiç bir kamusal alan kalmayıncaya dek bu
turların devam ettirilmesine olanak sağlamıştır. Buna göre, 1994 yılında örneğin
eğitim, sağlık gibi en yaşamsal kamu hizmetlerini bile GATS’a dahil eden ülkeler bu
taahhütlerinden vaz geçme hakkını kaybederken, belli kamu hizmetlerini o tarihte
korumayı başarmış ülkelerin de bu korumayı uzun yıllar sürdürmesinin önüne
geçilmiştir. GATS anlaşmasına göre, sektör bazında alınan istisnalar da ancak 10
yıl süre ile korunabilecektir. Yani, örneğin 1994 yılında yabancı eğitimci ve
doktor girişini yasaklayan ülkeler 2004 yılında bu yasaktan vaz geçmek zorundadır.
2004 tarihi burada tesadüfen verilen bir tarih değildir, zira GATS anlaşması genel
hükümleri uyarınca Ocak 2000 tarihinden bu yana yeniden dizayn edilmek üzere müzakere
edilmektedir ve bu müzakerelerin planlanan bitiş tarihi Aralık 2004’tür. Bu anlamda,
ülkemizde Kamu Yönetimi Reformunun yasalaşması konusunda gösterilen acele de tesadüf
olarak değerlendirilmemelidir, zira bu çalışma, GATS’a uyumdan öte bir şey
değildir. GATS’da geçen “ticarileştirme” gereğini de biraz açmak ve örneklemekte yarar vardır. Burada amaç, bir kamusal hizmet, kamu eliyle verilse bile piyasadaki rekabet koşullarına zarar vermeden icra edilmesini güvence altına almaktır. Başka deyişle, hizmetler kamu eliyle verilse bile kullanıcılara cari piyasa fiyatlarıyla satılacak, piyasada benzer hizmetleri vermek üzere faaliyette bulunan özel şirketlerin istihdam biçimlerini (esnek, kalite normlarına uygun, performansa dayalı ücret ve istihdam sağlanan, verimlilik esasına göre çalışan vb)aynen uygulayacak ve örneğin şimdiye kadar olduğu gibi iş güvencesi sağlamayacaktır. Olayın pek bilinmeyen bir diğer boyutu ise, GATS hükümlerinin neredeyse tamamının dayandırıldığı “rekabet” şartının ucunun nerelere kadar uzanabileceğidir. Bu husus, DTÖ içersinde dizayn edilip edilmeyeceği halen yoğun olarak tartışılmakta olan Rekabet başlıklı anlaşma ortaya çıktığında çok daha net görülebilecektir. Yine de örneklendirmeye çalışacak olursak; örneğin asgari ücret uygulaması -özellikle kayıt dışı ekonomideki ücret düzeyleri karşısında- şirketlerin rekabet gücünü olumsuz etkileyen bir uygulama olarak değerlendirilebilecek ya da istihdamın sağlıkla ilgili koşullarına dair kamusal düzenlemeler, örneğin işçi sağlığı-iş güvenliği yasaları, devletlerin “gereğinden fazla kısıtlayıcı düzenlemeleri” şeklinde yorumlanıp, kaldırılabilecektir. Türkiye’de son dönemde bu yönde atılan adımlar da[3] bu eğilimi doğrular niteliktedir. Oysa, bir düzenlemenin “gereğinden fazla kısıtlayıcı” olarak kabul edilmesi, bu gereğin nasıl, kimler tarafından belirleneceğine ya da kısıtlayıcı olma fiilinin hangi sosyal sınıfa göre belirleneceğine ilişkin hiç bir kriterin verilmemiş olması dolayısıyla son derece kolaydır. Örneğin iş yeri hekimliği meselesi, o işyerinde çalışan işçiler ve onların sağlığından sorumlu tıp emekçileri için son derece yaşamsal ve gerekli iken, bir maliyet unsuru olması dolayısıyla aynı işyerinin işvereni tarafından kısıtlayıcı olarak görülebilecektir. En azından GATS anlaşma metni böylesi bir yoruma açık tutulmuştur. Tüm vurgularından da anlaşılacağı gibi GATS anlaşmasının
asıl hedefi, ya da anlaşmanın hedef kitlesi hizmet emekçileridir. Oysa özellikle
Türkiye gibi gelişmekte olan ya da diğer az gelişmiş ülkelerdeki -yoğun ideolojik
bombardımanın da etkisiyle- yaygın kanı, kamuda hiç bir değer üretilmediği ve
hatta kamunun üretici olmaktan ziyade tüketici bir yapıya sahip olduğu biçimindedir.
Konuya teorik yaklaşıldığında kamu emekçilerinin bu güne kadar da bir kullanım
değeri ürettikleri, reformların yasalaşmasıyla birlikte ise bu kullanım
değerlerinin artık bir değişim değerine dönüşmesi suretiyle ortaya çıkacak artı
değere kapitalistlerin ya da kapitalist devletin el koyacağı anlaşılmaktadır.
Gerçekten de bu güne kadar Devlet, iş gücü piyasalarından temin ettiği hizmet
emekçilerine maaş ödemesi yaparak belli hizmetler ürettirmiş, üretilen bu hizmetler
toplum tarafından tüketilmiştir. Bu tespit karşısında “Devlet bundan önce
kapitalist değil miydi?” sorusu sorulabilir. Kuşkusuz Devlet bundan önce de
kapitalist yapıdaydı ve bu yapısını işçi sınıfından sermaye sınıfına vergi,
teşvikler, fonlar, faiz vb çok çeşitli araçlar üzerinden kaynak aktararak
sürdürmekteydi. Ancak kamu hizmetlerinin üretimi sırasında doğrudan bir artı değer
yaratılmamaktaydı çünkü üretilen kullanım değerleri toplum tarafından
tüketilmekte ve değişim değerine dönüşmemekteydi, yani üretilen hizmet, devlet
tarafından pazarda satışa sunulmamakta, doğrudan toplumsal tüketime konu olmaktaydı.
Bu farklılığa rağmen, hizmetler, kamu tarafından verildiği
sırada da bugün reform tasarıları ve esas olarak GATS anlaşmasında gördüğümüz
pek çok vurgunun fiili olarak uygulandığını biliyoruz. Örneğin kalite normları ve
verimlilik esasına göre çalışma vurgularını ele alacak olursak , 20 yıl öncesine
kadar belediye otobüslerine arka kapıdan binildiği ve arkada oturan biletçiden bilet
alındıktan sonra ön kapıdan inildiğini unutmamak gerekiyor. Bu uygulama sırasında
bir otobüste biri biletçi diğeri de şoför olmak üzere 2 kişi istihdam edilmekteydi.
Fakat gün geldi, biletçinin işi de şoföre yüklendi ve istihdam edilen işçi
sayısı 1’e indirildi. Böylece iş, “daha kaliteli” hale getirilmiş, şoförlerin
verimliliği de arttırılmış oldu. Gerçekten de kalite anlayışının temelinde
emekçilerin verimlerinin arttırılması vardır. Verimlilik meselesine gelince, bilindiği gibi verimlilik artışı
bugün yalnız kamu reformu tartışmalarıyla sınırlı değildir ve istisnasız bütün
sanayi sektörlerinde de öncelikli hedeftir. Peki verimlilik artışı kapitalistler
için neden bu kadar önemlidir? Tüm sektörlerde verimlilik artışı üzerinden sağlanacak üretim
artışı, meta ve hizmet fiyatlarını toptan ucuzlatacak son derece önemli bir
adımdır. Mal ve hizmet fiyatlarının üretim miktarındaki artışa bağlı olarak da
olsa ucuzlaması ilk anda kapitalistin kar hedefine aykırı imiş gibi görünebilir.
Ancak, işçi ücreti ya da emek gücünün genel değerinin Marxizmdeki tanımı dikkate
alındığında ücret, bu gücün her gün yeniden üretilmesi için gerekli geçim
araçlarının toplamına eşittir. Gerçekten de emek arzının sınırlı olduğu
istisnai ve geçici durumlar dışında, kapitalist düzende ücret , gerekli geçim
ürünlerinin fiyatları toplamına eşittir. Bu nedenle sendikalar toplu sözleşme
masasında taleplerini esas olarak bu gerekli geçim ürünlerinin fiyatlarındaki
artışlara dayandırırlar. Dolayısıyla söz konusu bu “gerekli geçim
araçları”nın fiyatları ucuzladığında, ya da fiyat artış hızı gerilediğinde
emek gücüne karşılık olarak ödenen ücret miktarı da aynı oranda gerileyecek ya da
artış oranı fiyat artış (enflasyon)
oranı ile aynı düzeyde tutulacak fakat tüm sektörlerde verimlilik arttığı için
emek gücü tarafından üretilen değer toplamında bir artış meydana gelmiş
olacaktır. Son iki yıldır Türkiye’de yaşanan durum da bu tarif edilenden pek
farklı değildir. Enflasyon oranlarındaki gerileme, ücretlere de yansıtılmış ve
işçi sınıfına yıllardan beri tekrarlanan “Ücretinizin erimesine yol açan
enflasyon canavarıdır. Enflasyon düşerse ücretlerinizin satın alma gücü artar
vs” türünden nakaratların kocaman birer yalan olduğu artık net bir şekilde
anlaşılmıştır. Gerçek ise, emekçilere ödenen ücret ile yarattıkları değer
arasındaki farkın ya da başka bir deyişle kapitalist tarafından el konulan artık
değerin daha da büyümesi dolayısıyla bütün kapitalistlerin mal ve hizmet
fiyatlarının, üretim artışı üzerinden ucuzlamasını istemeleri ve bu hedefe uygun
örgütlenmeleridir. Özetlemek gerekirse, bütün sektörlerde yaşanacak bir üretim
artışının getireceği fiyat düşüşleri, hizmet emekçisinin, kendi ücreti için çalışmak zorunda olduğu
süreyi kısaltacağı için yaratacağı artık değer miktarı otomatikman
büyüyecektir. Ayrıca kapitalistin pazara egemen olabilmesi de ancak daha fazla
dolayısıyla daha ucuz üretimle mümkündür. Buna göre her kapitalist, emeğin
üretkenliğini arttırmak yoluyla metalarının fiyatlarını ucuzlatma eğilimindedir[4]
.
GATS Anlaşmasının emek süreçleriyle ilgili bir diğer hedefi de; hizmet sektörü olarak isimlendirilen, fakat emeğin toplumsal boyutundan bağımsız olarak ele alınması mümkün olmayan emek süreçlerinde de tıpkı geçmişte sanayide olduğu gibi bir yedek işgücü ordusu yaratmak ve böylece istihdam altındaki emeğin değersizleşmesini, sonuçta da artık değerin büyümesini sağlamaktır. Örneğin eğitim alanına baktığımızda üniversitelerin kontenjanlarının her yıl sistemin ihtiyaçları doğrultusunda kontenjan attırdığını söyleyebiliriz. Artan kontenjanlar üzerinden verilen mezun sayılarındaki artış, piyasalara eleman açığı hissedilen sektörlerde yedek iş gücü biçiminde yansımakta, bu da söz konusu sektördeki işgücünün ucuzlamasını beraberinde getirmektedir. Bu nedenle “yükselen meslekler” denen bir kategori ortaya çıkmış, bu nedenle bu kategorideki meslekler neredeyse birkaç yılda bir değişmeye başlamıştır. Gençler, üniversiteye başlarken bu kategoriye göre tercihte bulunurken, onlar üniversiteyi bitirdiklerinde tercih yaptıkları meslek çoktan alt sıralara gerilemiş olmaktadır. Gerçekten de hizmet çalışanları özellikle niteliği yüksek doktor, mühendis, hukukçu, finans uzmanları vb -en azından kapitalizmin krizinin dünya çapında derinleştiği son bir kaç yıla kadar- sanayi işçilerine göre emek gücünün genel değeri daha yüksek olan, elit diye tanımlanabilecek ve piyasada kolaylıkla bulunmayan kadrolardı. Bu anlamda bugün bazı OECD ülkelerinde beyaz yakalı olarak isimlendirilen emekçilerle, mavi yakalı adı verilen emekçilere örneğin bireysel işten çıkarmalarda yapılan ihbar ve kıdem ödemelerinde şu tarz farklı uygulamaların yer aldığı görülmektedir[5]: - Avusturya’da mavi yakalıların ihbar süresi 2 hafta, beyaz yakalıların ise 2 ila 6 ay - Danimarka’da mavi yakalıların ihbar süresi 3 ila 10 hafta; beyaz yakalıların ise 3 ila 6 ay - Yunanistan’da mavi yakalıların ihbar süresi (0); beyaz yakalıların ise 1 ila 16 ay - İtalya’da mavi yakalıların ihbar süresi 6 gün ila 12 gün, beyaz yakalıların 15 gün ila 4 ay Bu örnekleri çoğaltmak mümkündür fakat bu, görece yüksek
refah, kapitalist açısından daha yüksek bir işçilik maliyeti anlamına gelmektedir
ve bu sistem içinde ilelebet sürdürülmesi mümkün değildir. İşte, hizmetlerin
piyasalaşma sürecinin geri planındaki kapitalist baskılardan biri de bu maliyet
farklarıdır. Tekrar GATS anlaşmasına daha doğrusu anlaşmanın yeni sürecine geri dönecek olursak önemli bir değişiklikten bahsetmemiz gerekiyor. 1994 yılı versiyonunda sınıflandırma (classification) olarak geçen ve her bir ana sektör altında onunla bağlantılı alt sektörlerin belirlendiği anlayışa, yeni müzakereler sırasında farklı bir anlayış daha eklenmiştir: Salkımlandırma anlayışı(clustering approach). Bugün itibarıyla turizm, posta, mühendislik ve lojistik hizmetlerinde benimsenmiş olan bu yeni anlayışı turizm sektöründen bir örnekle açmak gerekirse anlayış şöyle işletilmektedir: Bilindiği gibi bu sektörün öznesi turist olan insandır.“Turist bir ülkeye nasıl gider” sorusu sorulmakta ve vize işlemlerinden uluslararası hava, kara, deniz ve tren yolu ulaşımlarına kadar piyasalaştırılması öngörülmektedir. Ardından turistin ziyaret ettiği ülkede tükettiği gıda, su, belediye hizmetleri, enerji, ulaşım, telekomünikasyon, sağlık hizmetleri de dahil olmak üzere bir insan için ihtiyaç olarak tanımlanabilecek tüm -kamusal- alanların piyasalaştırılması talep edilmektedir. Böylelikle, yalnızca turizm sektörünü bile GATS’a dahil etmiş bir ülke otomatik olarak tüm diğer hizmet alanlarını da açmak zorunda bırakılacaktır. Uluslararasılaşmış sermayenin “salkımlandırma” yaklaşımı ile asıl hedeflediği şey ise, emek gücününün toplumsal karakterinden yola çıkarak üretim süreçlerindeki sömürünün hiç bir istisna bırakmaksızın tüm sektörlere uygulanabilmesini sağlamaktır. Bu önerinin ilk kez Norveç sermayesinden geldiği belirtilmektedir. Gemi inşa sektörü şirketlerinin bir geminin inşaası sırasında çeşitli mühendislik alanlarından, enerji sektörü ve ulaşım sektörlerine kadar pek çok farklı emek sürecini devreye sokmak zorunda kaldıkları, dolayısıyla bu sektörlerden yalnız birini GATS’a dahil edip, diğerlerini GATS dışında tutmakta direnen ülkelerin söz konusu şirketlere ciddi sorun yaratacakları yönündeki tez, GATS delegelerini ikna etmeye yetmiştir. Gerçekten de bir değerin yaratılmasında bir dizi farklı niteliklerdeki emek gücünün emeğinin bir araya geldiği görülür. Bu, emek süreçlerinin toplumsal karakterinden başka bir şey değildir. Özellikle günümüzde, üretken sermayenin küreselleştiği, iş gücünün parçalandığı bu ortamda emek süreçlerinin toplumsal karakteri artık gözle görülebilir bir duruma gelmiştir. Amerika’da çekilen bir tomografinin raporu, çok daha düşük bedeller karşılığında Pakistan veya Hindistan’da hazırlanmakta; dünya otomobil tekellerine parça üreten firmalar uzak doğu’dan, doğu Avrupa’ya kadar son derece geniş bir coğrafyada faaliyet göstermekte, Kanada’da hazırlanan mimari projeler CD’lere yüklenerek tüm dünyayı dolaşmakta ve sonunda birer binada somutlaşmaktadır. Kapitalist sistem, krizini aşabilmek için kendini yeniden örgütlerken emek süreçlerinin toplumsal karakterini kabul ettiği ve buna göre örgütlendiği halde, işçi sınıfının bu toplumsal karaktere uygun “birlikte örgütlenme” projesine sistematik bir şekilde karşı çıkmakta ve bütün ülkelerde sendikal örgütlenme için farklı sektörler ve işkolları belirleyerek ortak örgütlenmenin önüne geçmektedir. Oysa, tıpkı Norveç’li gemi inşa sektörü işverenleri gibi Sendikalar da -aynı gerekçelere dayandırarak- , ilgili tüm sektörlerin işçilerinin aynı sendikada buluşması gerektiğini savunabilir ve hatta bu hedefe yönelik mücadele örgütleyebilirler. Hatta olaya biraz ironi katmak için bu tarz bir örgütlenmeye “İşçi Sınıfı Örgütlenmesinde Salkımlama Anlayışı” adını vermek bile düşünülebilir. *GATT: General
Agreement on Trade and Tariffs *GATS: General
Agreement on Trade of Services
[1] NAFTA: North America Free Trade Agreement, Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması [2] Hazine Müsteşarlığı web sitesinden alınmıştır [3]; İşçi Sağlığı&İş Güvenliği Yasasına bağlı olarak çıkarılan yönetmeliklerle, “50 ve daha fazla sayıda işçi çalıştırılan işyerlerinde iş yeri hekimi ve hemşire istihdam edilmesi” zorunluluğunun yerine işyerlerinin birleşerek klinik kurabilecekleri ve görece çok daha az sayıda hekim ve hemşire ile çok daha yüksek sayıda işçinin sağlık hizmetlerini gördürebilme esnekliği tanınmıştır. Yabancıların istihdamına ilişkin süreçleri basitleştiren “Yabancıların Çalışma Izinleri Hakkında Kanun” TBMM’de kabul edilmiş ve 6 Mart 2003 tarih ve 25040 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır. Aynı Teknik Komite tarafından, özel grupların (engelliler, eski mahkumlar, terör kurbanları) zorunlu istihdamı konusunda da bir yasa taslagı hazırlanmış ve İşletmelere %8 oranında uygulanmakta olan hükümlü ve engelli çalıştırma zorunluluğu, içersine terror mahkumları da eklenerek %6’ya çekilmiş(2003). Devlet yardımlarının en önemlilerinden biri olan yatırım indiriminin otomatik olarak uygulanmasını mümkün kılan 4842 no’lu Bazı Kanunlarda Degişiklik Yapılması Hakkında Kanun 24 Nisan 2003 tarih ve 25088 sayılı Resmi Gazetede yayımlanmıştır”. [4] Karl Marx, Kapital Cilt.I [5] OECD web sitesinden alınmıştır
|