mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu

 

SSK GERÇEĞİ

 

Dr. Tufan Kaan - Dr. Selçuk Atalay

 

Kasım 2004

 

Ankara Tabip Odası HEKİM POSTASI Eki'dir

 

Halkımızın sağlık hakkı bizim meslek onurumuzdur. Sağlıkta tasarrufu savunmak, sağlık hizmetini serbest piyasa mantığıyla  pazarlamak hekimlik etiğinde yoktur, olamaz. Ekonomik darboğazlar insanların sağlığı ve hatta canlarını feda ederek aşılamaz. Halkın sağlık hakkı ulus ötesi mali kuruluşlarla pazarlık konusu yapılamaz. Hekimlerin emeği en kutsal değer olan ‘insan hayatına”  adanmıştır.

 

Emeğimizi, meslek onurumuzu ve halkın sağlık hakkını sonuna kadar savunacağız.

 

Ankara Tabip Odası

 

Son çeyrek yüzyılda, sosyal devletin en temel hizmet alanlarının başında gelen sağlık hizmeti, devletin yapısal dönüşümü ve küçülmesi sürecinde kamusal bir alan olmaktan tedricen çıkarılmaktadır. Devlet özel sektörün desteklenmesinde aktif bir rol almaya devam etmekte, özel sektöre sağlık alanı üzerinden, alanda özel sektörün egemenliğini yerleştirecek bir çizgide sermaye aktarımı yapmaktadır.

 

Mevcut hükümetin piyasacı-özelleştirmeci sağlık politikaları, sağlığın devletin sağlamakla yükümlü olduğu temel bir insan hakkı olduğu görüşünün karşısındadır. AKP Hükümeti, “sağlığı”, piyasa koşullarında üretilmesi ve satılması gereken bir ticari mal olarak görmektedir.

 

Hükümet bu görüşüne destek olmak üzere kamu açıklarının kapatılması, hizmet kalitesinin arttırılması gibi savlar ileri sürmekte ve söz konusu sermaye çevrelerince tümüne yakını kontrol altında tutulan kamuoyu oluşturma araçları aracılığıyla, bu savları tartışılması bile gereksiz bir genel kabul haline sokmaya çalışmaktadır.

 

Bilinmelidir ki; devletin sağlık hizmetlerindeki rolünün azalması, koruyucu hizmetlerin sahipsiz kalmasına, özel sektöre bırakılan tedavi edici hizmetlerin bedelinin artması sonucuna yol açacak, bundan da toplumun geniş yoksul halk kesimleri zarar görecektir. Üstelik ekonomideki küreselleşme nedeniyle, işsizliğin ve buna bağlı olarak yoksulluğun ve yoksulların artması da kaçınılmaz bir sonuç olacaktır. Zaten her türlü sağlık sorunu açısından risk altında olan yoksullar, ülkedeki zenginlerin uluslar arası kalitede hizmete ulaşması uğruna daha da sağlıksız olmaya itilecektir.

 

Küreselleşmenin diğer sektörler üzerinde etkisi olduğu gibi, özellikle eğitim ve sağlık sektörleri üzerinde de Türkiye’de farklı yansımaları olmuştur. 1980’li yıllara gelinceye kadar Ülkemiz sağlık alanının temel yapısı devletçilik olarak biçimlenmiştir. 1980’li yıllarda, küresel bir değişim hareketinin başlangıcı olarak sayılabilecek “özelleştirme” rüzgarından, Türkiye’nin de diğer bir çok ülke gibi etkilenmesi sadece ekonomik sektörle sınırlı kalmamış, yanı sıra sosyal sektörlerde de bu etkileşim gerçekleşmiştir. Bunlardan bir tanesi de sağlık sektörüdür.

 

Ülkemizde sağlık sektöründeki reform hareketinin başlangıcı 1980’li yılların sonuna rastlamaktaysa da, bu hareketin başlangıç noktası 24 Ocak 1980 kararlarıyla ortaya çıkan hızlı liberalleşme politikalarına dayanmaktadır. 1987 yılına kadar sağlık politikaları ve örgütlenmesinde önemli bir değişiklik olmamış, ancak sağlık sektöründeki sorunlar hızla büyümüştür. 1987 yılında 3359 sayılı Sağlık Hizmeti Temel Kanunu kabul edilmiştir. Sağlık sektöründe dünyadaki gelişmelere paralel reform hareketleri başlatılmış ve sağlık hizmetlerine temel bakış açısında önemli değişiklikler meydana gelmiştir. Sağlıkta reform hareketinin başlangıcı, ilki Sağlık Bakanlığı tarafından 1990 yılında hazırlanan “2000 Yılında Herkese Sağlık-Türk Milli Sağlık Politikası” isimli doküman, ikincisi DPT tarafından Price Waterhouse’a yaptırılan ve 1991 yılında yayınlanan “Sağlık Master Planı’dır”.

 

Küreselleşme hareketinin sonucu olarak özellikle 1980’li yıllardan başlayarak hareketin önünde duran engellerin kaldırılmasına yönelik, bir dizi reform paketi gündeme gelmiştir. Sağlık sektöründe reform paketlerini üreten ve uygulamaya yönelik girişimler yapan kurumlar olarak, Dünya Bankası ve İMF’nin ön plana çıkmaları aynı döneme rastlamaktadır. 1987 yılında Dünya Bankası tarafından yayımlanan “Gelişmekte Olan Ülkelerde Sağlık Hizmetlerinin Finansmanı” başlıklı doküman, bankanın sağlık alanında artan şekilde ağırlık kazanan etkinliğinin somut bir ifadesidir.

 

Bugün AKP Hükümetinin Dünya Bankası ve İMF politikaları çizgisindeki  politikaları özetle; sağlık hizmetlerinde devletin rolü ve sorumluluklarını özelleştirmeler yoluyla azaltmak, sağlığı rekabetin temel olduğu özel bir hizmet ve kar alanı haline getirmek, sağlığın vazgeçilmez bir insan gereksinimi ve hakkı olduğu gerçeğini yadsıyarak onu “maliyet-etkinlik” analizleriyle ölçülebilen ticari bir mal şeklinde değerlendirmek olarak sayılabilir.

 

Son 25 yıldır ülkemizde egemen olan politikaların hayata daha rahat geçirilebilmesi için, genelde tüm kamu hizmetleri ve özel olarak “kamusal sağlık hizmetleri” bilinçli olarak geriletilmiş, kamuoyu gözünde yıpratılmıştır. Bugüne geldiğimizde ise AKP Hükümeti, “kamusal sağlık hizmetlerinden kim memnun?” diye sormaktadır. Bu durumun çözümü olarak da, kamusal sağlık hizmetlerinin tamamen tasfiyesini öne sürmektedir.

 

AKP Hükümeti İMF’ye verdiği 8. Niyet Mektubunda, sosyal güvenlikte Genel Sağlık Sigortası’nı (GSS) içeren yeni bir düzenlemeyi ve SSK’nın bu çizgide sağlık sunumundan çekileceğini  taahhüt etmiştir. İMF heyeti yeni yapılacak stand-by görüşmeleri öncesinde bu taahhütlerin yerine getirilmesi gerektiği şeklinde ön koşul sununca, Hükümet apar topar SSK’nın devri yasa tasarısını hazırlamış ve sosyal güvenlik reformu çalışmalarına  hız vermiştir.

 

35 MİLYON  İNSANA HİZMET VEREN   SSK’NIN SAĞLIK HİZMETİ SUNUMUNDAKİ YERİ

Sosyal Sigortalar Kurumu; 506 sayılı  Sosyal Sigortalar Kanunu ve 2925 sayılı Tarım İşçileri Sosyal Sigortalar Kanunu’na tabi olan sigortalıların, bu kanunlarda  yer alan hükümler çerçevesinde sosyal güvenliklerini sağlamak ve diğer kanunlarla verilen görevleri yerine getirmek üzere; kamu tüzel kişiliğine haiz, idari ve mali özerkliğe sahip, özel hukuk hükümlerine tabi bir kurumdur.

 

SSK sağlık kurumları nüfusun %49,9’una, yani 35.296.680 yurttaşımıza sağlık hizmeti sunmaktadır.

                         Sosyal güvenlik kurumlarının kapsadığı nüfus oranları:

Sosyal Güvenlik Kurumu

          Nüfus

       Nüfusa Oranı (%)

SSK

     35.296.680

             49,9

Emekli Sandığı

     10.656.669

             15,7

Bağ-Kur

     15.883.249

             22,5

Toplam

     62.132.251

             87,9

Tablodan da görüldüğü üzere SSK, ülkemizdeki sosyal güvenlik sisteminin  asıl kaynağını oluşturmaktadır. Ankara’da SSK kapsamında olan yurttaşların, Ankara nüfusuna oranı %65,3’tür. Bu oran İstanbul’da %90,9, İzmir’de 78,7, Tekirdağ’da %92,3’dür.

 

SSK’nın bugün için 148 hastanesi, 212 dispanseri, 202 sağlık istasyonu, 9 ağız ve diş sağlığı merkezi, 2 hemodiyaliz merkezi, 1 huzur evi, 1 ilaç fabrikası vardır. Toplam tesis sayısı 575 adettir.

 

2003 yılı içinde bütün imkânsızlıklarına rağmen SSK sağlık tesislerinde, yatan hasta sayısı 1.499.940 hasta yatışı, 48.105.752 poliklinik , 65.401.599 muayene, 77.916.113 laboratuar tetkiki, 6.614.588 radyolojik tetkik, 599.036 ameliyat, 211.813 doğum gerçekleştirilmiştir.

 

SSK’nın kadro sayısı 71.002 iken, bugün için fiili olarak çalışan sayısı 53.985’dir.

Sağlık Personeli Dağılımı:

Sağlık Personeli

SB (%)

SSK (%)

TOPLAM

Hekim

48

10

99,424

Hemşire

56

14

81,872

Sağlık Memuru

66

7

53,286

 

SSK’NIN DEVRİNİN ARKASINDAKİ GERÇEKLER!

Aslında SSK, faaliyetleri kısılarak, yatırım yapılmayarak ve her geçen gün biraz daha dışardan hizmet alarak   fiilen özelleştirilmektedir. Yine de AKP Hükümetinin sağlık alanında yapmak istediği, kamusal sağlık hizmetlerini tasfiye etme ve yaygın özelleştirmeleri gerçekleştirme politikalarının önünde SSK bir engel olarak durmakta ve bu anlamda kilit bir rol üstlenmektedir. 

 

Sağlıkta Dönüşüm

“Sağlıkta Dönüşüm”, AKP Hükümetinin Türkiye’nin sağlık ortamında yapmaya çalıştığı düzenlemelerin genel adıdır. Aslında içerik olarak 25 yıldır yapılmak istenenlerden bir farkı olmamakla birlikte, AKP Hükümeti bu düzenlemeleri her ne pahasına olursa olsun hayata geçirmeye niyetli görünmektedir.

 

AKP Hükümetinin “Sağlıkta Dönüşüm” programının omurgasını oluşturan temel düzenlemeler şunlardır:

-Sağlık finansmanı ile sağlık sunumunu ayırmak

-GSS ve temel teminat paketi

-SSK sağlık kurumlarının tasfiyesi

-Sağlık ocaklarının yok edilmesi ve aile doktorluğu sisteminin getirilmesi

-Sağlık kurumlarını işletmeleştirme

-Sağlık kurumlarını özelleştirme

-Tüm sağlık çalışanlarının sözleşmeli olarak çalıştırılması

Bu programın doğal sonucu olarak hekimler ve diğer sağlık çalışanları iş güvencesinden yoksun ucuz işgücüne dönüşecektir. 

 

İMF, Dünya Bankası bastırıyor!

AKP dahil, 25 yıla yakın süre içerisindeki bütün hükümetlerin   “sağlıkta dönüşüm/reform” çalışmaları adı altında kamuoyuna sundukları metinlerin istisnasız ortak yönü asıllarının  İngilizce olmasıdır. Hükümetin GSS ve sosyal güvenlik konularında hazırladığı yasa taslakları, tümüyle Dünya Bankası ve İMF’nin Türkiye’ye uygun gördüğü politikalar çizgisindedir.

 

Dünya Bankası’nın Haziran 2002 Türkiye raporundan bazı başlıklar şöyledir:

 

-“Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın sağlık sektöründeki temel görevi  evrensel sağlık sigortası sisteminin yönetimine ve işlevlerine denetim ve rehberlik sağlamaktır.

-Her iki Bakanlık da, şu anda yüksek öncelik vermedikleri daha önemli görevler taşıdıkları için, mevcut yapılarının özünü oluşturan sağlık hizmetlerinin üretilmesi ve sunulması işiyle gerçekte doğrudan ilgili olmamalıdır.

-Hastanelerin verimliliğini iyileştirmek için, tüm SB ve SSK hastanelerine hem idari ve mali açıdan hem de sağlık hizmetlerini üretip yönetmek için gereken girdilerin temini bakımından özerklik tanınmalıdır. İlk aşamada hastane kurumunun geneline özerklik tanınmalı, ikinci aşamada ise her tesise ayrı ayrı özerklik tanınmalıdır. Sağlık tesislerinde bulunan tüm personel ilgili kurumun sözleşmeli personeli olacaktır.

-SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığının sunduğu çeşitli sağlık sigortaları ile devlet memurlarına sunulan hizmetler ve Yeşil Kart gibi refah programları birleştirilerek tek bir zorunlu sosyal sağlık sigortası sistemi, ya da Sağlık Fonu haline getirilmelidir. Sağlık Fonu yüksek oranda özerk olmalı ve profesyonelce yönetilmelidir.”

Görüldüğü üzere bugün hükümetin sağlık politikaları tamamı ile Dünya Bankası’nın Türkiye’ye önerdiği politikalar çizgisindedir. Bu politikaların hayata geçmesi için, nüfusumuzun yarısına sağlık hizmeti veren SSK’nın tasfiye edilmesi gerekmektedir. Hükümet Dünya Bankası ve İMF’nin sağlık ve sosyal güvenlik alanında verdiği ödevleri yerine getirerek, bu uluslararası mali kuruluşlarla ve onlar üzerinden de zengin kapitalist ülkelerle iyi geçinme gayretindedir.  

 

Kamuya Hizmet Yasağı

 

1995 yılında dönemin hükümeti, Dünya Ticaret Örgütü  ile GATS anlaşmasını imzalayarak, Türkiye’nin geleceğini bağlayacak, kamusal alanı yok edecek  bir yola girmiştir. GATS anlaşmasının pratik karşılığı, kamusal hizmetlerin piyasaya açılması ve kamunun hizmet üretmesinin önüne yasak koyulmasıdır.

 

Küreselleşmenin ikiz kardeşi: Yerelleşme

Bazı maddeleri yeniden görüşülmek üzere Sayın Cumhurbaşkanı tarafından TBMM’ye geri gönderilen Kamu Yönetimi Temel İlkeleri Kanunu (KYTİK), sağlık başta olmak üzere, bir çok merkezi kamusal görevin, yerel yönetimlere bırakılmasını düzenlemektedir. Yasada merkezi idarenin görevleri yalnızca sıralanıp belirtilirken, diğer tüm görevlerin yerel yönetimlere ait olduğu ifade edilmiştir. Taşra teşkilatları kaldırılarak, personeli, malvarlığı ve görevleri il özel idarelerine devredilecek olan bakanlıklar sıralanmıştır. Bunlardan biri de Sağlık Bakanlığı’dır.

 

Bu demektir ki, Sağlık Bakanlığı Ankara’da bir bakanlık merkezine sahip olacak ama il sağlık müdürlüğü, ilçe sağlık grup başkanlığı gibi taşra uzantıları olmayacaktır. Şu anda var olan sağlık müdürlükleri, olduğu gibi İl Özel İdarelerine devredilecektir. İl Özel İdareleri genel yönetim kurumu değil, yerel yönetim kurumudur. Dolayısıyla, bu andan itibaren doktorlar merkezi yönetimin personeli olmayacaklar, yerel yönetimin personeli olarak iş göreceklerdir. Burada sorulması gereken sorulardan biri, “yerel yönetimin personeli nasıl istihdam ediliyor?” olacaktır. Bunun yanıtı da, KYTİK’da bulunmaktadır: “Yerel yönetimlerde istihdam esas olarak sözleşmeliliğe dayanır”. Dolayısı ile, şu anda memur statüsünde olan ve yerel yönetimlere aktarılacak tüm kamu çalışanları sözleşmeli olarak istihdam edilmeye başlanacaktır.

 

Türkiye’de kamu görevlisi sayısının nüfusa oranı %4 iken, OECD ortalaması %10’dur. Bugün için kamudaki personel dağılımı şu şekildedir:

Ø        Merkezi Yönetim…………………2 milyon

Ø        KİT lerde………………………….450 bin

Ø        Yerel yönetimlerde………………..300 bin

 

Bu tablodan anlaşılan, KYTİK’nın yürürlüğe girmesi ile birlikte asıl hareketliliğin “iki milyon” memuru içeren merkezi yönetimde yaşanacağıdır. Bu iki milyon memurun büyük kısmı yerel yönetimlere devredilecek ve memur statüsünden çıkarılarak, sözleşmeli statüye geçirilecektir.

 

KYTİK’da, “Kamu hizmetlerinin daha etkili ve verimli olarak yerine getirilebilmesi amacıyla, merkezi idare ile mahalli idareler, kendilerine ait hizmetlerden kanunlarda öngörülenleri, ilgileri itibariyle üniversitelere, kamu kurumu niteliğindeki meslek kuruluşlarına, hizmet birliklerine, özel sektöre ve alanında uzmanlaşmış sivil toplum örgütlerine gördürebilir” cümlesi yer almaktadır. Bu cümle, KYTİK ile kamusal hizmetlerin önce yerele oradan da özele nasıl devredileceğini işaretlemektedir.

 

Yasa GATS anlaşmasının çizgisinde, “Kamu kurum ve kuruluşları, kanunlarla kendilerine açıkça görev olarak verilmeyen ve kuruluşun amacıyla doğrudan ilgili olmayan alanlarda işletme kuramaz, mal ve hizmet üretimi yapamaz, bu amaçla personel, bina, araç, gereç ve kaynak tahsis edemez” cümlesine de yer vermektedir. 

 

SSK sağlık tesisleri Hükümetin dediği gibi tek elden yönetilmeyecek, KYTİK’da açık olarak belli olduğu gibi, 81 ile dağıtılacaktır. Bilindiği üzere KYTİK’ya göre Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yerelleşmenin dışında bırakılmıştır. Şimdi bu devir yasası  taslağı ile, SSK hastanelerinin de yerel yönetimlere devrinin önü açılmaya çalışılmaktadır. İşte meselenin altında yatan budur: Bu “devir yasa taslağı”, Sağlık Bakanlığı’na bağlı hastaneler gibi, SSK hastanelerinin de tasfiyesinin, yok edilmesinin planıdır. 

 

Ülke nüfusunun yarısına sağlık hizmetini veren SSK sağlık tesisleri eğer yerele devredilmezse, açıktır ki KYTİK güdük kalacaktır. İşte bu yüzden SSK’nın tasfiye edilmesi planını Hükümet bu denli önemsemektedir.

 

Sağlık Kanunu Tasarısı

Sağlık Kanunu Tasarısı, AKP hükümeti tarafından “sağlıkta Dönüşüm Programının” hayata geçirilebilmesi için hazırlanmıştır. Yasa Tasarısı bugün için 6. versiyonuna ulaşmıştır.

 

Sağlık Kanunu Yasa Tasarısı’na göre:

 

-Kamu hastaneleri 6 ay içinde Sağlık İşletmeleri haline dönüştürülür.

-Memur kadrosunda çalışan personel başvurduğunda işletme uygun görürse sözleşmeli olarak çalıştırılır.

-Sözleşmeliye geçmeyen personel uygun kadroya nakledilir.

-Sağlık işletmelerinde verilen her hizmet ücretlidir.

-Personel, iş kanununa tabi iş sözleşmeleri ile çalıştırılır

- Kamuya ait hastaneleri işletme hakları.... en çok kırk dokuz yıl süre ile hastane kurabilen ve işletebilen tüzel kişilerden isteklilere kiralanabilir.

- Hastaneler işletmeleştirildikten sonra döner sermayeleri, ilk işletme sermayelerine katılır.

Yeni Sağlık Kanunu Tasarısı, niyeti üzerine tartışma yapmaya gerek olmayacak derece açıktır. Ülkemizdeki tüm sağlık ortamını piyasacı bir mantıkla düzenlemeyi hedefleyen bu Tasarı, eğer SSK sağlık tesislerini içermezse işlevsiz kalacaktır. İşte bu yüzden de SSK’nın tasfiyesi Hükümet için kritik öneme haizdir.

 

SOSYAL GÜVENLİK REFORMU

Geçtiğimiz yaz başında Dünya Bankası uzmanlarının da içinde bulunduğu bir heyet, Sosyal Güvenlik Kurumu Başkanlığı binasında Sosyal Güvenlik Sistemi Reform çalışmasını başlattı. Uzun yıllardır Dünya Bankası’nın önerdiği ana eksen doğrultusunda yapılan çalışma ile, sosyal güvenlik alanında yeni bir reform, daha doğru bir deyimle yıkım çalışması tamamlanarak Temmuz ayı sonunda “beyaz rapor” adı altında taslak metin kamuoyuna açıldı.

 

Taslak metin yada rapor sosyal güvenliğin piyasalaşması açısından son derece kritik bir model önerisi içermektedir. Çok kabaca rapor sağlık hizmetlerinin sunumunu, emeklilik koşullarını, emekli aylıklarını ve sosyal yardım ve hizmetlerini yeniden düzenlemektedir. Son yüzyılın insanlık ve emek tarihi açısından kazanımı olan sosyal güvenlik kavramı ve anlayışı bu raporda, daha liberal, muğlak ve piyasacı bir yaklaşımı ifade eden sosyal koruma kavramına dönüştürülmektedir.

 

Dünya bankası bizim gibi ülkelerde yıllardır sermaye yanlısı politikalarını bir reform olarak sunmakta, emeği ile varolan, üreten ve çalışan kesimleri fakirleştirmekte, eşitsizlikleri artırmakta, ardından da bu ülkelere yoksullukla mücadele programları önermektedir. Sosyal Koruma yaklaşımı bu raporda da görüldüğü gibi, sosyal güvenliği özünden kopararak yoksullukla mücadele işlevine indirgemeye yöneliktir. Zaten taslakta “ sosyal güvenlik sistemlerinin temel amacı, insanları yoksulluğa karşı korumaktır” denilmektedir, bu ifade en hafif deyimle sosyal güvenliği hiç anlamamak demektir.

 

Sosyal güvenlik yoksulluğa endekslenince amaç en asgari düzeyde geliri olanların (ki taslakta bu net asgari ücretin üçte biri olarak belirlenmiştir), asgari düzeyde korunması anlamına gelmektedir. Oysa sosyal güvenlik, çalışan, emeği ile varolan kesimlerin gelecekte karşılaşabilecekleri sosyal risklere karşı (yaşlılık, hastalık, sakatlık, işsizlik vb) toplumun geleceğini güvence altına almayı hedefleyen bir dayanışma modelidir. Bu modelde işçi ve memurun sırtından yoksul kesimlerin asgari sağlık ve sosyal güvenlikleri finanse edilmeye çalışılmakta, sermaye bu finansmanın dışında tutulmaktadır. Yoksullukla mücadele sosyal güvenliğin değil, sosyal devletin temel ödevlerindendir. Kaldı ki yoksullukla mücadele, bu ve dünya bankasının benzer modellerinde olduğu gibi asgari bir sağlık, gönüllü ve hayırseverliğe dayalı bir sosyal koruma anlayışı ile sağlanamaz. Yoksulluğa yol açan eşitsizlikler, gelir dağılımı ve vergilendirmedeki adaletsizlikler ortadan kaldırılmadan, işsizlikle ciddi bir biçimde mücadele ortaya konulmadan yapıldığı iddia edilen yoksulluk mücadelesi inandırıcılıktan uzak olacaktır. Yoksulluk; altında sosyal, ekonomik ve politik nedenlerin yattığı ciddi bir toplumsal hastalıktır.

 

Sosyal Güvenlik Reformu, AKP’nin Sağlıkta Dönüşüm Programının en önemli ayaklarından birisidir. Bu nedenle de sadece SSK’lıları yada SSK çalışanlarını değil, tüm toplumu ve tüm çalışanları çok yakından ilgilendiren ve gerek sosyal güvenlik haklarını, gerek çalışma koşullarını, gerekse de sağlık hizmetlerinin sunumunu çok ciddi anlamda dönüştürmeyi, piyasalaştırmayı ve özel sermayeye terk etmeyi hedeflemektedir.

 

Reform hizmet sunumu ile finansmanın ayrılmasını temel bir politika olarak ortaya koymaktadır. Bunun anlamı hem sosyal güvenliğin hem de sağlığın kamusal niteliklerinin ortadan kalkması, kendi kaderlerine terk edilmesi anlamını taşımaktadır. Hizmetin finansmandan ayrılması sağlık hizmetleri sunumunun işletmeleşmesi, sağlık hizmeti talep edenlerin müşteri konumuna gelmeleri ve toplumsal ihtiyaçların değil, karlılığın esas alındığı, buna uygun olarak her bir hizmetin parça başı ücretlendirildiği, ek prim, katkı ve payların devreye girdiği bir modeldir.

 

İşletme mantığının doğal sonucu olarak çalışanlar, iş güvencesinden yoksun, sözleşmelilik esasına göre çalışacaklar, keyfi ücretlendirmelere ve ek iş yüküne maruz kalacaklardır. Nitekim reform paketi, GSS uygulaması ile herkesten sağlık hizmetleri için %12.5 prim almayı, sağlık tesislerini çalışanların tümünün sözleşmeli olarak çalışacağı sağlık işletmelerine dönüştürmeyi, sağlık hizmeti üretiminin terk edilerek sağlık hizmetlerinin paket anlaşmalarla satın alınması esasına dayalı bir modeli getirmektedir. Çalışanların iş güvencesi tamamen ortadan kalkmakta, ücretleri, özlük hakları, çalışma koşulları işletme patronlarının keyfine terk edilmektedir. Bir süre sonra hekimlik hizmetlerinin de taşeronlaşacağını ve hekimlerin şirket elemanlarına dönüşeceğini şimdiden görmek gerekir.

 

GSS ile kapsamı her sene yönetmeliklerle belirlenecek olan Temel Teminat Paketi ile verilecek sağlık hizmetlerinin kapsamı yeniden belirlenmekte, tasarıya göre modelin finansmanını ve uygulamaya tehlikeye sokacak hizmetlerin kapsam dışı kalacağı açıkça ifade edilmektedir. Tedavisi güç, uzun ve pahalı hastalıkların bu temel teminat paketinin dışında kalacağı açıktır. Herkese eşit ve ulaşılabilir bir sağlık hizmeti sunmak tasarının temel hedefi olarak belirtilmekte, ancak bunun hemen ardından daha farklı kapsam, nitelik ve kalitede hizmet talep edenlerin yada temel teminat paketi dışında kalan sağlık hizmetlerini almak isteyen kişilerin ek olarak “Tamamlayıcı Özel Sağlık Sigortası” yaptırmaları gerektiği ifade edilmektedir. Buradan da görüldüğü üzere eşit ve ulaşılabilir hizmeti amaçladığını iddia eden model, “paran kadar sağlık” anlayışını getirmektedir. Bu yetmezmiş gibi sözde sağlık hizmetlerinin kötüye kullanımını engellemek için her bir kalem sağlık hizmetinden ek katkı payı alınması da bu anlayışın başka bir ifadesidir.

 

Sosyal güvenlik reformunun birinci basamak koruyucu sağlık hizmetleri için öngördüğü model aile hekimliği modelidir. Birinci basamağın bir tür muayenehanecilik modeline indirgendiği, koruyucu hekimliğin değil tedavi edici yaklaşımın esas alındığı, topluma değil bireye dayalı, ekip çalışmasının yerine tek başına çalışan hekimi esas alan bu yapıda gerçek bir koruyucu sağlık hizmeti sunulamayacağı çok açıktır. Tasarıya göre aile hekimliğine uygun finansman yöntemleri kullanılacaktır, daha açık bir ifadeyle sadece muayene sayısına indirgenmiş parça başı ücretlendirme, hekimler arasında dayanışmanın olmadığı kıran kırana bir rekabet, sağlık hizmetlerindeki ekip anlayışının yıkılarak iş barışının yok olduğu bir çalışma ortamı tüm sağlık çalışanlarını beklemektedir.

 

Amaç sağlık hizmetlerini ve sosyal güvenliği tek çatı altında toplanmak ve herkese eşit bir biçimde sunmak değil, bu güne kadarki çalışan kesimlerin kazanımlarını, sağlık ve sosyal güvenlik haklarını daraltmak, bu hizmetlere ulaşmak için ek vergilendirmeler getirmek, nihai olarak da bu hizmetleri özel sektörün karlılık alanları haline dönüştürmektir.

 

Sözde reform tasarısı ile tüm çalışanların emeklilik koşulları ve emekli olma hakları adeta ellerinden alınmaktadır. Ortalama ömrün 70, SSK’lıların ortalama ömürlerinin 67 olduğu bu ülkede, tasarı ile emeklilik yaşı kademeli olarak 68’e yükseltilmekte, SSK’lıların prim ödeme gün sayıları 9000 güne çıkarılmaktadır. Bunun anlamı toplumun çok büyük bir kesiminin mezarda bile emekli olma haklarının olmadığı, “mezardan öte” bir emeklilik modelidir.

 

Sosyal Güvenlik Reformu Tasarısına göre, tüm çalışanların emekli aylığı bağlanma oranları ve emekli maaşı hesaplanmasında kullanılan katsayı oranları değiştirilmektedir. Tasarının hayata geçmesi durumunda kaç yıl çalışılmış olursa olsun, emekli olan herkesin emekli aylığı bağlanma oranı düşeceği için bu günkü emekli olanların almış oldukları emekli aylığı miktarının çok altında bir emekli aylığı almak durumunda kalınacaktır. Yine emekli aylığı hesaplanmasındaki katsayılar yaklaşık %50 düşürülerek, halen emekli olanlarda dahil olmak üzere tüm çalışanların emekli aylıkları gerileyecektir. Tasarı sosyal güvenlik finansman açıklarının nedenlerinden birisini de emekli maaş artışlarının yüksekliği olarak görmekte ve bu tespitte dünya bankası ile ortaklaşmaktadır. Tasarıya göre enflasyonun üstünde bir artış izleyen emekli maaş artışları sınırlandırılmalıdır.

 

SSK’NIN “AÇIĞI” İDEOLOJİK BİR ALDATMACADIR!

2000 yılı verilerine göre 5.2 katrilyonluk bütçesi ile, genel bütçeden sonraki en büyük bütçeye sahip olan Sosyal Sigortalar Kurumu’nun “açığı” ideolojik bir aldatmacadır. Hükümet SSK’ya, sosyal devlet olma ilkesi gereği yapması gereken katkıyı, “açık kapatma” olarak sunmaktadır. OECD ülkeleri içinde, sosyal güvenlik sistemine,  devlet katkısı olmayan tek ülke Türkiye’dir. Bugün, halka tek vaadi “AB” olan bu hükümet, bütün Avrupa ülkelerinde, kamu sağlık sigortalarına devlet bütçesinden %20-70 arasındaki oranlarda parasal destek sağlandığını elbette bilmektedir.

 

Bugün SSK krizi olarak söz edilen zorluğun sebebi, SSK kaynaklarının bankaların ve geçmiş hükümetlerin finansman açıklarını kapatmak için kullanılmış olmasıdır. 1980’de faizler % 116’larda gezerken, SSK fonları %20 faizlerle çarçur edilmiştir. Bu dönemden devletin SSK’ya olan borcu, 20 milyar dolar civarındadır. İşverenlerin bugün için SSK’ya borcu 5 katrilyon dolayındadır. Eğer hükümet kayıt dışı istihdamı kayıt altına alsa, SSK’ya yılda ek olarak 8 katrilyon para akacaktır.  Görüldüğü gibi finansman konusunda da  gerçekler, hükümetin kamuoyuna aktardığı gibi değildir.

 

"Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Ait Sağlık Birimlerinin Sağlık Bakanlığı'na Devredilmesine Dair Kanun Tasarısının" gerekçelerinden biri  de SSK sağlık birimlerinin verimsiz olduğu iddiasıdır. İnsan sağlığının konu olduğu bir alanda girdi/çıktı üzerinden verimlilik hesabı yapmak ne kadar doğrudur. Ancak böyle bir hesap yapılsa dahi, Hükümetin SSK’nın verdiği sağlık hizmetlerinin verimliliği konusundaki yargısı yanlıştır. SSK bugün kişi başına sağlık hizmetlerini en az personel, en az tesis sayısı ile ve dışardan aldığı onca sağlık hizmetine rağmen, en ucuza mal eden sosyal güvenlik kuruluşudur.

 

                      

                         Sosyal Güvenlik Kuruluşlarının Kişi Başı Yıllık Sağlık Harcamaları

Sosyal Güvenlik

Kuruluşu

Kişi Sayısı

Harcama
(Milyar TL)

Harcama
(Bin $)

Kişi Başına Harcama (TL.)

Kişi Başına Harcama ($)

Emekli sandığı

9.251.535

4.045.487

2.898.256

442.681.952

317

 SSK

29.000.000

5.430.000

3.890.145

187.241.890

134

 Bağ-Kur

9.886.505

3.089.500

2.213.371

312.527.450

224

 

SSK’ya yıllardır yatırım yapmayarak faaliyet kısıtlaması getiren ve böylece hizmetlerin kalitesini yıllar içinde düşüren politikalar sonunda, SSK mali olarak kendine yetemez hale gelmiştir. Bugün SSK’nın sağlık giderlerinin  önemli bir bölümünü (% 30) kurum dışında yaptırılan tedaviler oluşturmaktadır.

 

SSK’ya  hazine katkısı  1994 yılından itibaren başlamıştır.  SSK’ya ayrılan Hazine yardımları 1994’ten sonra oransal olarak gerilemiş ve sosyal güvenlik kuruluşları içinde SSK’ya ayrılan pay son 10 yılda yüzde 42’den yüzde 28’e  kadar inmiştir.

 

Emekli Sandığı, Bağ-Kur ve SSK’nın nüfusun yüzde 85’ini sosyal güvence altına almaktadır. “Bu kuruluşlara yapılan ve yıllık tutarı 20 katrilyonu bulmayan Hazine yardımları Hükümet Tarafından boşa gitmiş kaynak olarak gösterilmeye çalışılmaktadır. Oysa  Türkiye bir avuç zengine yılda  66 katrilyon tutarında iç borç faizi ödemektedir.

 

 

İLAÇ

SSK’nın son bir yıl içinde sağlık harcamaları %51.1 oranında artmıştır. SSK’nın toplam sağlık harcamalarının yaklaşık %50’sini ilaç oluşturmaktadır ve ilaç kaleminin özellikle son yıllarda toplam sağlık harcamaları içindeki oranı katlanarak  artmaktadır. SSK’nın toplam sağlık harcamalarındaki %51.1’lik artışa karşın son bir yıl içinde ilaç fiyatları %16.1 oranında artmış, SSK’lı nüfus %3.2 artarak 35.3 milyona ulaşmış, SSK’ya başvuran hasta sayısı %3.8 oranında artmış, SSK’dan verilen ilaç sayısı %1.6 azalmış, yatan hastaya verilen ilaç %5.5 azalmıştır. Peki hasta sayısı, verilen ilaç sayısı, ilaç fiyatlarının artışı bu oranlarda iken SSK’nın sağlık harcamalarındaki artışın arkasında yatan nedenler nedir?

 

SSK’nın ilaç tüketimi artmamışken hatta bir miktar azalmışken, SSK’nın ilaç için ilaç firmalarına ödediği para %100 artmıştır. Çünkü SSK ucuz ilaç politikasından her geçen yıl uzaklaşmış, toplu ilaç alımındaki pazarlık gücünden bir takım yeni düzenlemelerle adeta gönüllü olarak vazgeçmiştir. Daha öncesinde %70-80’lere varan ilaç indirim oranları, ilacı doğrudan üretici firmalardan almanın engellenmesi ve dağıtım depolarından alma zorunluluğunun getirilmesi ile %30’lara gerilemiştir. Bir önemli etkende SSK’nın kendi ilaç üretimini yıllar içinde kısıtlaması, serum üretimini durdurması ve ilaç fabrikasını kapatmak için elinden ne geliyorsa yapmasıdır. SSK’nın ilaç alımında yaşanan yolsuzlukları da bu tabloya ilave edince ilaç harcamalarındaki bu korkunç artış anlaşılır bir hale gelmektedir.

 

SSK ilaç fabrikasında yıllar içinde üretilen ilaç çeşidi azalmakla birlikte, bu gün için 20 çeşit ilaç üretilmektedir. Üretilen bu 20 kalem ilacın, eşdeğerleri olanlara ve yerli ve yabancı özel ilaç üreticilerinin ürünlerine göre ortalama fiyatları %159 daha ucuzdur. SSK’nın ürettiği kimi ilaçlardaki fiyat avantajı %650’lere ulaşmaktadır. Doğal olarak bu durum yerli ve yabancı ilaç firmalarını rahatsız etmekte ve her dönemde siyasi iktidarlara baskı yapılarak, SSK İlaç Fabrikası kapattırılmak istenmektedir.

 

SSK’nın kendi ürettiği ilaçların toplam ilaç tüketimindeki payı %0.4 olmasına rağmen SSK’ya gerçek ölçülebilir katkısı yüzde 10 civarındadır. Küçük pazar payına rağmen SSK İlaç Fabrikası piyasaların düzenlenmesine ve dengelenmesine katkı koymaktadır. Bu gün için SSK’nın ilaç sorununu çözecek en akılcı uygulama olan SSK ilaç fabrikasının modernizasyonu ve yeni SSK ilaç fabrikasının kurulmasının yaklaşık maliyetinin 30-32 milyon dolar civarında olduğu belirtilmektedir. Bu rakamın da SSK ilaç giderlerinin sadece % 3’üne denk düştüğü düşünülecek olursa bunun yapılamayışının arkasında farklı çıkar ve beklentilerin olduğu kolaylıkla anlaşılabilir.

 

SSK’da eczacı sayısı son derece yetersizdir. Bu yetersizlik nedeniyle SSK eczanelerinde ilaç dağıtımında sıkıntılar yaşanmakta, uzun ilaç kuyrukları oluşmaktadır. Pek çok poliklinik eczanesinde ilaç dağıtım bankolarının yarıdan fazlası personel eksikliği nedeniyle çalıştırılamamaktadır. Bunlara ek olarak, ilaç alımı, ilaç muafiyeti, “Bütçe Uygulama Talimatı” çerçevesindeki ilaç yazımına getirilen kısıtlamalar, özel ilaç firmalarının pek çok kez SSK’dan alacaklarını öne sürerek SSK’ya ilaç sevkiyatını durdurmaları sonucu yaşanan ilaç sıkıntısı ve sürekli değişen bürokratik uygulamalar nedeniyle SSK’da ilaç bir sorun olarak yaşanmaktadır.

 

 
İlaç konusunda yaşanan sorunlara çözüm olarak son günlerde belli çıkar çevreleri tarafından bazı görüş ve uygulama önerileri ortaya atılmaktadır. Bu çevrelerin önerisine göre, SSK eczaneleri kapatılmalı, SSK’lı hastaların ilaçlarını özel eczanelerden almaları sağlanmalıdır. Bu uygulama ilk bakışta sigortalıların hoşuna gidecek ve ilaca ulaşmalarını kolaylaştıracak bir uygulama gibi gözükse de, SSK’da zaten oldukça yüksek olan ilaç giderlerini yüksek oranda artıracaktır. SSK toptan alım ve pazarlık yolu ile sağladığı avantajları tümden kaybedecek, bu durum sonuçta SSK’nın asıl sahipleri olan sigortalıların kaynak ve fonlarının ilaç tekellerine aktarılması sonucunu doğuracaktır. Kaba bir hesaplamayla bu uygulamanın Kurum’a ek maliyeti yıllık 2.5 milyar dolar civarında olacaktır.

 

SSK’NIN TASFİYESİ İÇİN YASA TASARISI

Bazı kamu kurum ve kuruluşlarına ait sağlık birimlerinin Sağlık Bakanlığı'na devredilmesine dair kanun tasarısı, 28.10.2004 tarihinde Bakanlar Kurulunca TBMM'ye gönderilmiştir. Yasa tasarısı, “Türkiye Büyük Millet Meclisi, Cumhurbaşkanlığı, yüksek mahkemeler, Türk Silahlı Kuvvetleri, üniversiteler, mahalli idareler ve mazbut vakıflara ait sağlık birimleri ile Gençlik ve Spor Genel Müdürlüğüne ait sporcu eğitim ve sağlık merkezleri hariç olmak üzere, bakanlıkları, bakanlıkların bağlı, ilgili ve ilişkili kuruluşlarını ve diğer kamu kurum ve kuruluşlarını” kapsamaktadır.

 

Yasa tasarısı bir yandan Anayasa’nın 56. maddesine dayanarak  sağlık hizmetlerinin tek elde toplanması gereğinden söz etmekle birlikte, yukarıda sayılan kurumların sağlık birimlerini kapsam dışında tutmaktadır. Burada sayılmayan ama kapsam dışında kalan bir grupta “özel hastanelerdir”. Bu haliyle yasa, gerekçesi de göz önüne alındığında Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırıdır. Kaldı ki Anayasa’nın 56. maddesi, gerekçede söz edilen tarzda bir görevi Sağlık Bakanlığı’na  vermemektedir. Öte yandan zaten Sağlık Bakanı, aslında bu tesislerin tek elden idare edilmeyeceğini, KYTİK ile beraber tüm bu tesislerin yerel yönetimlere devredileceğini kamuoyuna açıklamıştır.

 

 

21.07.2004 tarihli Resmi Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren 5220 Sayılı “Sağlık Hizmetleri Temel Kanununda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun” ile; Maliye Bakanlığı, “Sağlık Bakanlığı’na tahsisli taşınmazlar ile Sağlık Bakanlığı kullanımında bulunan diğer taşınmazlardan  gerekli görülenleri”, “mülkiyetinin Hazine’ye bedelsiz devrinden sonra”, satmaya yetkili kılınmıştır.Yani AKP Hükümeti, Sağlık Bakanlığı’na ait tüm sağlık kuruluşlarını satma yetkisini Maliye Bakanı Unakıtan’a vermiştir. O halde başta SSK olmak üzere, kamu kurum ve kuruluşlarına ait sağlık birimlerinin Sağlık Bakanlığı’na devredilmesi ile, bunlara ait sağlık tesislerinin de “satış listesi”ne konulmasının önü açılmış olmaktadır.  Bu devir Yasa Taslağı ile Sağlık Bakanlığı’na aslında, “sağlık hizmetlerinin tek elden yürütülmesi” görevi değil, kamu sağlık kuruluşlarının satışının tek elden organize edilmesi” görevi verilmektedir.

 

Yasa Tasarısı, devir esnasında yaşanacak  anlaşmazlık ve tereddütlerin giderilmesi” konusunda tek yetkili olarak “Başbakanı” göstermektedir. Bilindiği üzere “başbakan” bir kurum değil, kişidir. Üstelik Türkiye bir hukuk devletidir ve hukuki sorunlar hür mahkemelerde çözülür. Bu haliyle bu Yasa Tasarısı bir hukuk garabeti olarak karşımıza çıkmaktadır.


SSK’YA YILLARINI VERMİŞ SAĞLIK ÇALIŞANLARININ GELECEĞİ

Bu Yasa Tasarısı, aynı zamanda, SSK sağlık kurumlarında çalışan, yıllarca bu sağlık kuruluşlarında hizmet vermiş,  53.985 sağlık personeli de önce Sağlık Bakanlığı'na, sonra İl Özel İdarelerine ve belediyelere, binalar, araçlar gibi cansız nesneler muamelesi görerek devredileceklerdir. Anayasa’nın “Çalışma ve Sözleşme Hürriyeti” başlıklı   48. maddesi; “Herkes, dilediği alanda çalışma ve sözleşme hürriyetine sahiptir” demektedir. Bu tasarı ile, bir sabah işe geldiğinizde, artık başka bir bakanlığın emrinde, başka bir statüde olduğunuzu görmek, Anayasa’da tanımlanan bu özgürlüğün ihlali değil de nedir?


“Bazı Kamu Kurum ve Kuruluşlarına Ait Sağlık Birimlerinin Sağlık Bakanlığı’na Devredilmesine Dair Yasa Tasarısı”nda, devredilecek sağlık birimlerindeki işçi, memur ve sözleşmeli personeli 15 Ekim 2004 tarihi esas alınarak belirlenmiştir. Buna göre, devredilen sağlık birimlerinde sürekli işçi kadrolarında çalışanlar, devir tarihi itibariyle kadroları ile birlikte Sağlık Bakanlığı’na devredilecek, Bakanlığa geçmek istemeyen işçilerin kanuni hakları ödenerek kurum ile ilişikleri kesilecektir. Sağlık Bakanlığı’na devredilen sağlık birimlerinde, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’na tabi olarak çalışan memurlar, devir tarihi itibariyle kadroları ile birlikte Sağlık Bakanlığı’na devredilecektir. Ancak, devredilen kadro unvanlarından, Bakanlıkça ihtiyaç duyulmayan kadro unvanlarında çalışan personel, durumlarına uygun diğer kadrolara atanacaktır.

 

Bilindiği üzere bir süre önce Sağlık Bakanlığı, Ankara Trafik Eğitim ve Araştırma Hastanesi yerine açılan Atatürk Eğitim ve Araştırma Hastanesi’ne personelin tamamının geçişini yapmamış ve bunun yerine başka hastanelere ve başka illere atamalar yapmıştır. Bırakın başka kuruma geçmeyi sadece hastanelerinin binası değişen hekimlerin bile önemli bir kısmının atamasının başka hastanelere yapıldığı bu örnek üzerinden düşündüğümüzde, devirden sonra SSK sağlık çalışanlarının durumunun belirsiz olduğu ortadadır. Tasarıya göre, personel, kadrosu ile birlikte Sağlık Bakalığı’na geçmekte ama hangi ilde ve hangi hastanede çalışacağı belirsiz kalmaktadır. Tasarıdaki “Bakanlıkça ihtiyaç duyulmayan kadro unvanlarında çalışan personel, durumlarına uygun diğer kadrolara atanacak” ibaresinin personelin ne kadarını kapsayacağı da soru işaretlidir.

 

Hekimlere Bir Parmak Bal: Performans

Bu Yasa Tasarısının en önemli yönlerinden birisi de, SSK sağlık personelinin devirden sonra Sağlık Bakanlığı’nda  atandığı kadronun maaşını almaya başlayacak olmasıdır. Bunun tek istisnası devredilen personel arasında yer alan sözleşmeli personelin döner sermaye ödemesinden yararlanacak olmasıdır. Yasa tasarısında ikramiyeden söz edilmediği gibi, devir olacak personel için performans ücretlendirmesinden de söz edilmemektedir. Tasarıda konuya ilişkin düzenleme şu şekildedir: “"Benzer birimde aynı ünvanlı kadroda çalışan ve hizmet yılı aynı olan emsali Bakanlık personeli esas alınarak döner sermaye ek ödemesinden yararlandırılır ve bunlara yapılacak ek ödeme hiçbir şekilde emsaline yapılabilecek ek ödeme üst sınırını geçemez". Bu ibare üzerinde durmak gerekir. Yukarıda andığımız “Sağlık Yasa Tasarısı”  hatırlanırsa, “Performansa dayalı ek ödeme sisteminin” bir ek ödeme yöntemi olarak uzun sürdürülmeyeceği  anlaşılmaktadır. Kamu Yönetimi Temel İlkeleri Kanunu ve Sağlık Kanunu Tasarısının yasalaşması ile hastaneler sağlık işletmesine dönüşecek olup döner sermaye varlığı işletmenin ilk sermayesine katılacaktır. Dolayısı ile, aslında  Sağlık Bakanlığı’nın, Sağlık Bakanlığı’na bağlı hekimlere  döner sermaye ve ondan yola çıkarak ödenen performans ücretlerini sürdürmeye niyeti yoktur.  

 

“Performansa dayalı ek ödeme sistemi”, 2004 yılı Bütçe Kanunu’nun 49. maddesinin (k) bendine dayanarak, çıkartılan bir yönerge  (yasa değil) üzerine, Sağlık Bakanlığı hastanelerinde uygulanmaya başlanmıştır. Bakanlık, ciddi düzeyde yetersiz olan hekim temel ücretlerinin arttırılması yerine, çalışma barışını bozan; hem hekimler ve diğer sağlık çalışanları, hem de farklı branşlar arasındaki hekimlerin birbirleriyle olan ilişkilerini tahrip eden “ne kadar performans, o kadar puan” uygulamasını başlatmıştır.

 

Mevcut uygulama içinde hekimlerin tıbbi pratikleri sadece niceliksel olarak değerlendirilmektedir. Oysa performansın değerlendirilebilmesi için etkinliğin sonucunun değerlendirilmesi gerektiği açıktır. Yapılan tıbbi işlemlerin niteliğine yönelik bir ölçme olmadan, sadece niceliğe odaklanmış bir motivasyon sisteminin sakıncaları ortadadır.

 

Unutulmaması gereken bir nokta da, performans ödemelerinin kaynağıdır. Sağlık Bakanlığı hastanelerinde performans ödemelerinin kaynağı, sosyal güvenlik kurumlarından hastane döner sermayelerine yaptığı transferlerdir. Hükümet uyguladığı politikalarla (sağlığı özelleştirme, piyasalaştırma v.b.) sosyal güvenlik kurumlarının finansman yapısını daha da bozacak adımlar atmakta ve geri ödeme mekanizmalarını kilitleme yolunda ilerlemektedir.  Bu süreç aynı zamanda kamu hastanelerinin döner sermayelerini de etkileyecek, çalışamayacak duruma gelecek kamu hastaneleri Hükümet tarafından karalanacak ve özelleştirmenin yada özel sektöre kiralamanın yolu hazırlanacaktır. Sağlık Bakanlığı’nın hekimlere fazla para vermek gibi bir niyetinin olmadığı açıktır ve performans ücreti olarak  uzun süreli tatminkar bir ödeme yapılması, mevcut ekonomik tabloda zor görünmektedir.

 

SSK Üzerine Hükümette Farklı Görüşler

24 Eylül 2004 tarihinde, SSK sağlık birimlerinin Sağlık Bakanlığı’na devri ile ilgili, Çalışma Bakanı Murat Başesgioğlu imzalı bir rapor Başbakanlığa sunuldu. Raporda “Devir Yasa Taslağı’nın” Anayasa’ya aykırılıklar içerdiği ve mali olarak hem SSK, hem de devlet için yeni yükler getireceği belirtiliyordu.

 

Sözü geçen raporda, Anayasa’nın 56. maddesinin (yasa taslağında dayanak olarak gösterilen) Sağlık Bakanlığı’na “tek elden hizmet verme görevini” vermediğinin altı çiziliyor, Anayasa’nın sosyal güvenlik hakkını düzenleyen 60. maddesinin gereği olarak, SSK’nın işçi ve onların adına işverenin yatırdığı primlerle oluşan varlıklarının önemli bir kısmını oluşturan SSK sağlık tesislerinin, sahiplerinin iradesi alınmadan devredilmesinin mümkün olamayacağı belirtiliyordu.

 

         Raporda SSK sağlık tesislerinin Sağlık Bakanlığı’na devri gerçekleşirse, kurumun sağlık giderleri üzerindeki kontrolünün kaybolacağı, kurum sağlık giderlerinin önemli ölçüde artacağı söylenmektedir. Raporda yapılan hesaplar sonucunda, eğer SSK sağlık tesisleri devredilir ve SSK örneğin Bağ-Kur gibi Sağlık Bakanlığı’ndan hizmet satın alırsa, 2005 yılı için 4.2 katrilyonun üzerinde ek bir yük oluşacağı açıklanmaktadır.

 

Bu rapordan da anlaşılacağı üzere, İMF’nin ve Dünya Bankası’nın taşeronluğuna soyunan AKP Hükümeti’nin, kendi bakanlıkları arasında fikir ayrılıkları ve kafa karışıklıkları vardır.

 

Öte yandan TİSK bile, “SSK  iktidara değil, işçi ile işverene aittir, bu şekilde devredilemez” demiştir. TİSK, yıllardır uygulanan politikalar sonucunda SSK sağlık hizmetleri dahil olmak üzere, sağlık hakkının büyük ölçüde tahrip edildiğini, ancak bu tasarının uygulanması ile SSK'lıların, bugün yararlandıkları sağlık hizmetini de arar hale geleceklerini” belirtmiştir.


 

SSK Satılık Değildir!

 

SSK’nın devri yasa taslağının karşısına, tekrar bir araya gelen “Emek Platformu” bileşenleri çıkmıştır. Emek Platformu SSK’ya sahip çıkmış ve Hükümetin tasarıyı geri çekmesi için bir dizi eylem planını yürütmeye başlamıştır.

 

SSK Halkın Geleceğidir, SSK Sağlık Çalışanları Kurumlarına Sahip Çıkacaktır

 

İktidarda iki yılını dolduran AKP hükümeti, çıkarttığı ve çıkartmaya çalıştığı  yasalarla, sosyal devletin mezarını kazmaya devam etmekte, sağlık alanındaki hiç bir sorunu çözemediği gibi, daha da kötüleştirecek adımlar atmaktadır.

 

AKP Hükümeti AKP yöneticileri sağlıktaki başarısızlıklarını ve kötü yönetimlerini gizlemek için hekimleri hedef göstermektedir. Sağlık Bakanı ve Başbakan hekimlere yönelik aşağılayıcı konuşmaları alışkanlık haline getirmiştir. Tayyip Erdoğan hastaların rehin kalmasının sorumlusu olarak hekimleri göstererek “hastayı rehin alan doktoru da ben rehin alırım”demiş, Dr. Recep Akdağ hekimlerin elinin hastaların cebinde olduğunu ilan etmiştir.

 

SSK’nın devri tartışmalarının içinde Dr. Recep Akdağ, “Ortak protokolden sonra, Bakanlığımız hastanelerinde o güne kadar tansiyonu ölçülmemiş, sırtına steteskop değmemiş hastalar gördüm” sözünü sarf etmiştir. Yıllarca milyonlarca yurttaşımıza sağlık hizmeti vermiş olan SSK hekimleri bu hürmetsizliği hak etmemektedir. 

 

SSK işçilerindir! SSK, mali ve idari olarak özerk olmalıdır.

 

AKP hükümeti halka, çalışanlara düşman politikalar üretmeye devam etmektedir. Hükümetin niyeti sağlık hizmetlerini tek elde toplamak değil, devleti sağlık hizmeti sunumundan tamamen çekmek ve bu topraklarda yaşayan insanların sağlık hakkını piyasaya teslim etmektir.

 

SSK 1946 yılında kurulmuş ve işçilerin emeği, birikimi ve alın teriyle bugünlere gelmiştir. SSK'nın bütün sağlık kuruluşlarının, bütün taşınır ve taşınmaz mallarının sahibi; işçisi, emeklisi ve onların yakınlarıdır.

 

AKP Hükümeti, ulus ötesi mali kuruluşların, özel sigorta şirketlerinin, özel hastanelerin, ilaç tekellerinin çıkarlarını korumakta, ülkemizin geleceğini karartmaktadır.

 

Marifet SSK’yı yok etmek değil, onu güçlendirmek, daha iyi hizmet verecek hale getirmektir.

 

  • SSK’nın sağlık çalışanı açığı derhal kapatılmalıdır.
  • SSK’lıların yoğun olduğu kentlerdeki Sağlık Bakanlığı’na ait atıl hastaneler SSK’ya devredilmelidir.
  • SSK sağlık hizmetlerinin finansmanı ve sunumu tek elden yürütülmelidir
  • SSK’nın ucuz ilaç politikası sürdürülmeli ve SSK İlaç Fabrikası’na yatırım yapılarak geliştirilmelidir.
  •  SSK yönetiminde işçi, çalışan ve emekli ağırlığı oluşturulmalıdır.
  • SSK’nın tüm alacakları tahsil edilmeli, prim ve borç affı gibi uygulamalardan vazgeçilmelidir.
  • SSK sağlık çalışanları insanca yaşayabilecekleri ücretlerle tam gün çalışma düzenine geçirilmelidir.
  • Hastanelerde kurumun asıl sahibi olan işçiler, denetleme mekanizmaları içinde görev almalıdır.
  • SSK’lılar, Sağlık Bakanlığı’na bağlı sağlık ocaklarından ücretsiz olarak yararlanmalı, birinci basamaktan sevk sistemi işletilmelidir.
  • Hastane yönetimleri çalışanların demokratik katılımları ile belirlenmelidir.
  • Tüm sağlık çalışanlarına grevli toplu sözleşmeli sendika hakkı tanınmalıdır.
  • Hasta ve çalışan sağlığını ciddi boyutlarda tehlikeye sokan, kölelik ve mafya düzenini hastanelere sokan taşeronlaştırma uygulamalarından vazgeçilmelidir.
  • Ülke nüfusunun sağlık hakkını elinden alacak olan SSK’nın Gaspı Yasa Tasarısı derhal geri çekilmelidir.

 

BUGÜN SSK’YA SAHİP ÇIKMAK

 

SOSYAL DEVLETE

 

HALKIN SAĞLIK HAKKINA

 

HEKİMLERİN VE DİĞER SAĞLIK ÇALIŞANLARININ İŞ GÜVENCESİNE

 

EMEĞE, ALINTERİNE

     

      SAHİP ÇIKMAKTIR