mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
CANCUN DEĞERLENDİRMESİ - 1
MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu 19 Eylül 2003 |
Meksika/CANCUN’da
10-14 Eylül tarihleri arasında düzenlenen DTÖ-Dünya Ticaret Örgütü 5.Bakanlar
Konferansı yeni bir raundu başlatma ya da daha önce başlatılmış bir girişimi
sonuçlandırma amacıyla yapılmamıştır. Bu konferansın asıl öyküsü Uruguay
Raundu (1986-1994) sonrasındaki ilk raund girişimiyle birlikte, 1999 yılı Kasım
ayında ABD/Seattle’da başlamıştır.
Millenium Raund adı verilmesi planlanan bu girişim başarısızlıkla sonuçlanınca bu
kez 2001 yılı Kasım’ında Katar/DOHA’da WTO 4.Bakanlar Konferansı toplanmış ve
halen devam etmekte olan Kalkınma Raundu resmiyete kavuşturulmuştur. 2005 yılında
bitirilmesi hesaplanan “Kalkınma Raundu”nda ortaya çıkabileceği öngörülen
aksaklıkların giderilmesi ve daha önemlisi direnç noktalarının tespit edilmesi için
yeni raundun tam ortasına denk düşen bir Bakanlar Konferansının yapılması daha
Katar’da karar altına alınmıştı. Ancak
4.Bakanlar Konferansı, gerek seçilen yerin Katar/Doha olması,(bu sayede
küreselleşme karşıtlarının tepkileri kısıtlanmıştı), gerekse toplantı
gündeminin içeriği gayet ustalıkla kurgulanmasına rağmen oldukça zorlu geçmişti.
Başta ABD ve AB olmak üzere gelişmiş ülkeler bloğu, az gelişmiş ve gelişmekte
olan ülkelere kendi isteklerini kabul ettirmek ve onları ikna etmek için her yolu
denemişti. Bunun en çarpıcı örneklerinden biri AB’nin Afrika ve Karayip ülkelerine
açıktan açığa rüşvet önerdiği haberleri yayılmış ve konferans sırasında
yapılan bir basın toplantısında AB Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy’den haberi
doğrulaması istendiğinde; Lamy yalnızca
gülümsemekle yetinmişti. Bir başka yöntem ise, az gelişmiş ülkeler bloğunu
parçalamak ve bu ülkeleri birbirine düşürmekti. Gelişmiş ülkeler bloğunun Doha’daki en büyük korkusu, az gelişmiş ve
gelişmekte olan ülkelerin bir araya gelerek ortak bir direniş göstermesiydi. Bu
direnişin oluşmasını engellemek için de örneğin çıkarları birbirine yakın
ülkelerden biri ile gelişmiş ülkeler özel bir toplantı düzenliyor, bu arada diğer
ülkenin delegelerinin kulağına da “bakın, ortak hareket ettiğinizi
sandığınız ülke şu anda AB ile özel toplantı halinde ve sizin bundan haberiniz
yok” diye fısıldanarak ülkelerin aynı çizgide buluşmaları önleniyordu. Doha
konferansının resmi kapanış tarihi 13 Kasım 2001 olarak aylar önce ilan edilmişti.
Bu yüzden üçüncü dünya ve gelişmekte olan ülke delegasyonlarının pek çoğu
-toplantı katılım masraflarını azaltabilmek için- bu tarihte Doha’dan
ayrıldılar. Ancak Konferans bilinçli olarak ilan edilen tarihte bitirilmedi. Ayrılan
ülke delegelerinin katılmadığı oturumlarda, bu ülkeleri de bağlayan (DTÖ
Anlaşması gereği) yeni kararlar alındı. Zaten gelişmiş ülkelerin esas amacı da
buydu: muhalif ülke delegelerinin yokluğunda şu meşhur “konsensus”a ulaşmak çok
daha kolay olacaktı ve öyle de oldu. Bu son dakika kararlarından en önemlisi, 2003
Eylül ayında Cancun’da yapılacak WTO 5. Bakanlar Konferansında, üyeler arasında
sağlanacak konsensus doğrultusunda Singapur Konularının müzakerelerine başlanacağı
yönündeki karardı. Singapur konuları: Yatırımlar, Rekabet, Ticaretin
Kolaylaştırılması ve Hükümet Satın Almaları başlıklarından oluşan 4 ayrı,
çok taraflı anlaşmadan oluşuyordu ve bunların toplamı ise hemen hemen 1998 yılında
OECD’de imzalanamayan MAI Anlaşmasına eşitti. Bu 4
anlaşma ile hedeflenenler kısaca özetlenirse; Yatırımlar
isimli anlaşmayla hedeflenen, yatırımcı haklarının, bedeli ne ve ne kadar ağır
olursa olsun geliştirilip, güçlendirilmesi. Bu hedefi, “işverenlerin, işçiler ve
sendikalar karşısındaki haklarının geliştirilip, güçlendirilmesi” biçiminde
okumak daha doğru olacaktır. Rekabet isimli
anlaşmanın hedefi de pek farklı değil ve bu kez hedeflenen rekabete engel olduğu
ileri sürülen kamusal düzenlemelerin ortadan kaldırılması. Örneğin bir ülke gelir
dağılımındaki bozukluğu az da olsa düzeltme amaçlı politikalar uyguluyor ya da
uygulamaya başlarsa ve durum herhangi bir sektördeki uluslar arası yatırımcıların
karını olumsuz etkiliyorsa, bu anlaşmadan sonra tüm bu tip uygulamalar rekabet
önünde birer engel olarak tanımlanabilecektir. Ticaretin
Kolaylaştırılması başlıklı anlaşma ile amaçlanan,
tüm dünyanın bir serbest bölge haline getirilmesi ve böylece uluslar arası
şirketlerin özlemini duydukları kuralsız, örgütsüz, vergisiz, ticaret için her
şeyin mübah sayıldığı, emeğin ise gerçek anlamıyla köleleştirildiği bir
sistemin oluşturulması. Hükümet
Satın Almaları ya da Türkiye’deki adıyla İhale Yasası. Bu anlaşmanın
fikir babası ticarette ayrımcılık yapılmasını yasaklayan GATT süreci. Korumacı
ekonomik sistemlerin egemen olduğu dönemde devletlerin talep yaratmadaki öncü konumu
ve devletin kendi işleyişi için zorunlu olarak yaptığı satın almalar doğal olarak
ve öncelikle her ülkenin kendi iç üretiminden karşılanıyordu. Ulusal ölçekte
sermaye birikim süreçlerini hızlandırmak için bütün devletler, çeşitli ihale
yöntemleriyle yaptıkları bu satın almaları sadece ulusal şirketlerden
yapmaktaydılar. Oysa bugün gelinen noktada böylesi bir uygulama ayrımcılık
kapsamına giriyor, yabancı şirketlerin bu ihalelere yerli şirketlerle eşit haklarla
girmesi isteniyor. Gelişmiş teknoloji kullanımı dolayısıyla yığınsal üretim
yapan güçlü şirketlerin bu ihaleleri daha düşük fiyat vererek kolayca alabileceği
ve burada bir eşitlikten söz etmenin mümkün olamayacağı apaçık ortada. Fakat daha
önemlisi, mevcut ihale yasalarındaki ülke içinde üretim, istihdam yaratma, gibi
koşulların kaldırılmak istenmesidir. Böylece, devlet satın almalarına talip
yabancı şirketlerin, satış yapacakları ülkelerde fabrika kurması gerekmeyecek ve
üretimi istediği yerde yapıp, farklı devletlere ihale yoluyla satış yapabilecekler.
Dolayısıyla İhale Yasası değişiklikleri aslında yereldeki istihdamı birebir ve
doğrudan etkileyecek değişikliklerdir. Ancak, bu
anlaşmaların Cancun’dan itibaren müzakerelerinin başlanması konusu 2001 yılı
Kasım ayından beri DTÖ üyeleri arasında ciddi görüş ayrılıklarına yol açtı.
AB, ABD ve diğer gelişmiş birkaç ülke bu hükme dayanarak müzakerelerin Cancun
süreci ile birlikte başlaması gerektiği iddiasında ısrar ederken, başını
Hindistan’ın çektiği Grup 21’ler, (G21 olarak adlandırılan ülkeler) Doha
kapanış deklarasyonunun ilgili bölümündeki “konsensus” sözcüğüne gönderme
yaparak, böylesi bir fikir birliğinin henüz oluşmadığını, öncelikle
gelişmişlerin özellikle tarım alanında kendi şirketlerine tanıdığı imtiyaz,
yaptığı destekleme ve gümrük vergileri üzerinden sağladığı korumalardan
vazgeçerek pazarlarını üçüncü dünyaya ve gelişmekte olan ülkelere açmak zorunda
olduklarını savunuyorlardı. İşte Ülke delegasyonları, DTÖ 5.Bakanlar konferansına
böylesi bulanık bir ortamda geldiler. Bu durum, toplantılara ilk günden itibaren
yansıdı ve delegeler arasında gerginliklere, özellikle de delegelerin birbirlerine
karşı kullandıkları alışılmışın dışında, oldukça sert üsluba dönüştü.
Aslında bu gelişmeler daha başlangıçta sonuca dair bir fikir edinmeyi de
kolaylaştırıyordu. Ancak bir iki karşılıklı diyalog var ki küresel ticaret
görüşmelerinin düzeyini daha doğrusu düzeysizliğini ve ciddiyetten uzak tarzını
açıkça ortaya koyuyor. G21’lerin
sözcüsü durumundaki Hint’li Bakan, gelişmiş ülkelerin kendi tarım
sektörlerine sağladıkları desteklemelerin kaldırılacağının açık bir şekilde
deklarasyona yazılmasını talep ediyor. AB Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy itiraz
ediyor ve Doha’da böyle bir taahhütte bulunmadıklarından söz konusu talebin
yerine getirilmesinin mümkün olmadığını söylüyor. Buna cevap olarak Hint’li
Bakan, Doha Kapanış Deklarasyonundan ilgili hükmü okuyor ve bu taahhüdün
Doha’da yapılmış olduğunu kanıtlıyor. Bunun üzerine Pascal Lamy, Hint
delegasyonunun Doha’dan bir gün erken (ilan edilen tarihin son anda yapılan bir
manevrayla uzatılması yüzünden) ayrıldığı için tüm toplantı görüşmelerini
kendileri kadar iyi bilemeyeceğini belirtiyor.
Hint’li Bakan ise, görüşmelerde ne konuşulmuş olursa olsun esas olanın
kapanış deklarasyonu olduğunu söyleyerek tartışmaya noktayı koyuyor. Ancak
tartışma, her zaman gelişmiş ülkelerle birlikte hareket eden Singapur heyetinin
Bakanınca yapılan müdahale ile daha da tiraji-komik bir hal alıyor. Sigapur’lu
Bakan, Doha sürecinin çok uzun ve yorucu olması dolayısıyla, sonuç
deklarasyonunun asıl amacından sapmış olabileceğini belirterek kendince Avrupa
Birliği’ne destek veriyor. Tartışmayı bitirme iddiasıyla söz alan ABD
heyetinin başkanı Robert Zoellick, bambaşka bir mazeret öne sürerek AB’li
partnerine destek olmaya çalışıyor ve “Sayın P.Lamy’nin tarım
desteklemelerinin kaldırılması konusunda görev yetkisi yok...” diyor. Ancak G21
grubundan bir Bakan, P.Lamy’nin bu yetkiye sahip olduğunu “Fast Track
yetkisi” ve üstelik yetkilendirmenin bizzat Avrupa Parlamentosu tarafından
yapıldığını açıklıyor. Evet, bu akıl
almaz diyaloglar dünya ticaretine yön verenlerin arasında ve dünya halklarının
kaderi tayin edilirken yaşanabiliyor. DTÖ 5.
Bakanlar Konferansından çıkmayan sonuçların olası sonuçları üzerine; DTÖ’nün
Cancun Konferansı, bloklararası restleşmeler sonucunda hiçbir karar alınamadan ve
beklenti içerisinde olanlar açısından da tam bir fiyasko oldu. Çeşitli çevreler
tarafından Cancun konferansı, yoksul güneyin zengin kuzeye karşı elde ettiği büyük
bir zafer olarak yorumlanmaktadır. Bu sonuca zenginler bloğunun hedeflerine şimdilik
ulaşamaması ya da bu hedeflerin geciktirilmesi açısından bakıldığında bir
başarı olarak değerlendirilebilir. Ancak, başarı kazananların başarısı ya da
kazançlarının ne olduğu sorgulandığında ortaya somut “hiçbir şeyin”
çıkmadığı gerçeği ile yüz yüze kalınmaktadır. Bu
karışık gibi görünen durumu anlaşılabilir kılmak için yoksul güney ile zengin
kuzeyin temel taleplerinin neler olduğu kısaca irdelendiğinde;Yoksul güneyin en
önemli talebinin, zengin kuzeyin başta tarım olmak üzere kendi sermaye gruplarına
sağladığı destek ve avantajları kaldırmasıydı. Bunun sonucunda da kendi
üretimleri üzerindeki rekabet baskısının azalacağını ve dünya pazarlarına
“daha” eşit koşullarda girebileceklerini hesaplıyorlardı. Ancak bunu Cancun’da
gerçekleştiremediler. Bir başka anlatımla, AB ve ABD kendi tarım tekellerini
destekleme, tekellerinin dünyaya görece daha ucuz tarım ürünü satma -en azından bir
süre daha- ve tarım ürünleri piyasasını kontrol altında tutma isteklerinden kolay
kolay vaz geçmeyeceklerini gösterdiler. Yoksul güney ülkelerinin talepleri derinlemesine analiz edildiğinde ise çok farklı sonuçlara ulaşmakta mümkün. Örneğin yoksul güneyin en önemli talebi olan “rekabet koşullarının bir nebze eşitlenmesi ve yarışın daha adil devam etmesi”dir. Bu aslında zengin kuzeydeki devlet korumalarının kaldırılması ve böylelikle dünyadaki tarım ürünlerinin fiyatlarının yukarıya çekilmesi talebidir. Bu talebin dünya da var olan açlık sorununun daha da kronikleşmesine, sanayideki girdi maliyetlerini yükseltmesine ve bu yüzden emek üzerindeki baskıların artması yol açacağı sonucu da çıkarılabilir. Dolayısıyla yoksul güneyin taleplerinin de bir bedeli vardır ve bu bedel, her zaman olduğu yine hem kuzey, hem de güney emekçi sınıflarına ödettirilecektir. Zengin Kuzey
bloğunun talepleri ise her zaman olduğu daha fazla kar, daha fazla sömürü temelinde
şekillenmektedir. Başta AB ve ABD olmak üzere kendi tarım tekellerini sübvanse etmeye
devam etme kararlığını sürdürürken, bir yandan da yoksul güney ülkelerinde tarım
ürünlerine uygulanan gümrük vergilerinin sıfırlanmasını, tarım dışı ürünler
için küresel bir yatırım ve ticaret anlaşmasının yapılmasını, hem kendi
coğrafyalarında hem de yoksul güneyde rekabete engel olarak tanımladıkları bütün
kamusal düzenlemelerin kaldırılmasını ve dünyanın küresel bir serbest bölge
haline getirilmesini istemektedirler. Zengin
kuzeyin ve yoksul güneyin mevcut taleplerinin ne küresel yoksulluğa çare olabilmesi ne
de dünya işçi sınıfı tarafından bir çözüm olarak görülebilmesi mümkün
değildir. Türkiye
Delegasyonunun Cancun’daki pozisyonu: WTO Bakanlar
Konferansı sırasında ulusal medyada epeyce yer alan “Türkiye heyetinden, zengin
bloklarla muhalif yoksul ülkeler arasında arabuluculuk görevi”nin talep edilmesidir.
Bakan Tüzmen’in ifadesine göre bu talep, AB’den gelmiş ve Türkiye’nin Gümrük
Birliği üyesi, AB adayı olması dolayısıyla AB’nin gerekçelerini karşı bloğa
daha iyi aktarabileceği şeklinde gerekçelendirilmiştir. Oysa Türkiye, en azından son
50 yıldır zengin bloğun yanında yer aldığı için Güney ülkelerinin sempatisi
yerine antipatisini çeken bir konumdadır. Nitekim, bu “arabuluculuk” faaliyetinden
de bir sonuç elde edilememiştir. Aslında edilmesi de mümkün değildir. Ancak Türkiye
delegasyonu, AB’nin böyle bir talepte bulunmasından ötürü kendisine büyük bir
övünç payı çıkarmıştır. Bakan
Tüzmen, yaptığı açıklamalar sırasında Türkiye delegasyonunun unsurlarını da
saymayı ihmal etmemiştir. İçersinde TÜSİAD, TOBB, İhracatçı Birlikleri ve KOBİ
temsilcilerinin yer aldığı delegasyonun yapısı T.C. Hükümetlerinin zaten son derece
aşikar olan sınıfsal konumlanışlarını bir kez daha ortaya koymaktadır. Sendika
Konfederasyonları ve Emek Platformu’nun küresel anlaşma ve konularla ilgili
sorulardan oluşan mektuplarına yanıt bile vermeyen Hazine ve Dış Ticaret
Müsteşarlıkları, küresel ticaret müzakerelerine giderken ülkenin sermaye
örgütlerini yanlarında götürmeyi ise ihmal etmemişlerdir. Türkiye
açısından en ilginç olan ise, delegasyonun yaptığı hazırlıklar ile ilgili olarak
büyük övgü topladığı biçimindeki yorumlardır. Ülkemiz temsilcilerinin
Cancun’da AB’nin izinden gittiği hem TÜSİAD adına toplantılara gözlemci
sıfatıyla katılan kişi fakat hem de bizzat Kürşat Tüzmen’in kendisi tarafından
ifade edilmektedir. Türkiye delegasyonun konferans için çok iyi hazırlandığı hem
sermaye temsilcileri hem de bakan Tüzmen tarafından sıkça dillendirilmektedir. Ancak
nüfusunun %40’ı direkt olarak tarımdan ve en azından %15’i de tarımsal kökenli
sanayiden (Turizm hariç) geçinen bir ülkenin nasıl olup ta kendi tarım
üreticilerinin çıkarlarını korumaya çalışan G21’ler içinde değil de
“Tarımdaki desteklemeleri kaldırmamakta” direnen ve böyle yapmakla Türkiye’deki
tarım üreticilerinin daha da yoksullaşmasına yol açan bir bloğun yanında yer
alması çok tartışılacaktır. Bu ters konumlanışa rağmen Türkiye delegasyonuna
yapılan (kendileri ve sermaye temsilcileri tarafından) övgüleri anlamak mümkün
değildir. Bu övgüler olsa olsa, Türkiye’nin sergilediği uzlaşmacı ve
teslimiyetçi çizgiyle açıklanabilir. Türkiye’nin bu tavrının DTÖ
müzakerelerinin her zamanki havasına aykırı bir durum oluşturmadığı ve bu
konferanslardaki ana belirleyenin ülkeler arası ekonomik güç ilişkileri olduğu
unutulmamalıdır. Aksi halde muhalif ülkeler bloğu yalnızca 21 değil en az 121
ülkeden oluşması gerekirdi. Değerlendirme
sonucu: Cancun’da,
az gelişmiş ülkelerin uzun yıllardan beri ilk kez bir ittifak kurmayı başarmış
olmaları oyunun geri planının net bir şekilde görülmesini önlemektedir. Oysa ABD,
toplantılar sonunda yaptığı açıklamayla olası gelişmelere ışık tutmaktadır.
Amerikan heyeti, küresel ticaret görüşmelerindeki bu ikinci tökezleme dolayısıyla
bundan sonra ikili serbest ticaret anlaşmalarına ağırlık vereceklerini
açıklamıştır. Bu yolun şimdiye kadar yoğun bir şekilde kullanılmayışının
nedeni ise, sermayenin uluslararasılaşması sürecini uzatacağı yönündeki kaygılar
olmuştur. Ancak bu süreçte bugüne kadar zaten bir hayli yol alınmış durumdadır.
Son on yılda imzalanan ikili ve ekseriyetli yatırım-ticaret anlaşmalarının
sayıları artık bin’lerle ifade edilmektedir. Bu anlaşmalarda, prensip olarak WTO
sistemi ve hukukunun dışına çıkılması yasaktır ve hedef tamamen aynıdır:
yatırım ve ticarette tam liberalizasyon... DTÖ’nün
5. Bakanlar Konferansının fiyasko ile sonlanmasının zengin kuzey tarafından
belirlenen en önemli suçlularının başında karar almada kullanılan “KONSENSUS”
yöntemi gelmektedir. “Örgütün yapısı, 146 ülkeyi konsensusta buluşturacak bir
sorumluluğu yüklenmeye yetmiyor” denmektedir. Bu değerlendirmenin fikir babası AB
Ticaret Komisyoneri Pascal Lamy’dir. Görülen o’dur ki 50 yılı aşan GATT
sürecinin karar alma mekanizması konsensus sistemi artık çatırdamaya yüz tutmuş ve
ciddi sorunlar yaratmaktadır. Bu sorunu aşmak için dillendirilen yeni yöntem ise,
DTÖ’deki oyların ülkelerin ekonomik büyüklüklerine göre niteliklendirilmesi(AB’de
olduğu gibi) bile olabilir. Ama kesin olan bir şey varsa o da, verili koşullarda
yeni’nin eski’den daha demokratik olamayacağıdır. Zira sermayenin hedefi
demokratikleşme değil, daha hızlı ve engelsiz bir şekilde karar alabilmektir. Buradan
hareketle, Cancun konferansında alınan ya da alınamayan sonucu, “küreselleşme
süreci bitti” şeklinde tanımlamak muhalif hareketleri ciddi bir yanılgıya
sürükleme tehlikesi barındırmaktadır. Kaldı ki, güneyin ayak diremesi devam edecek
olursa gelişmişlerin -en azından ikili anlaşmalarla çok fazla vakit kaybetmemek
için- tarımda geri adım atacaklarının da ihtimal dahilinde olduğu göz ardı
edilmemelidir. Ayrıca, Cancun hezimetinin ardından Aralık ayında yeni bir konferansta
tekrar bir araya gelineceği duyurusunun yapıldığı da unutulmamalıdır. WTO-Cancun
Konferansı ve bu toplantıların sonucunun netleştirdiği bir diğer gerçeklik te,
Negri ve Hardt’ın İmparatorluk adlı kitabında ete kemiğe bürünmüş olan , 11
Eylül, Afganistan ve Irak savaşları ile sol içinde giderek kendine daha iyi bir yer
edinen “tek egemenli dünya” ve egemen sınıfların yerine imparator ve diğerlerini
(çokluk?) koyan felsefenin neden geçerli olamayacağının görülmesidir. G21’in
oluşturduğu ittifak, devletlerarası çıkar çatışmalarının belirleyiciliğini
koruduğunu, bu çatışmaların her zaman uzlaşmayla çözümlenemeyeceğini,
küreselleşme sürecinde ortadan kalkan kavramın ulus devletler değil, bir zamanların
devlet modeli olarak sermaye birikim sürecini beslemiş olan “sosyal refah devleti”
anlayışı olduğunu, kapitalizmin liberalleşme gereksiniminin -küresel müzakereler
sekteye uğrasa bile- önlenemeyeceği ve ikili anlaşmalar üzerinden de olsa bu sürecin
sermaye tarafından sürdürülmek zorunda olunduğunu ortaya koymuştur. Ayrıca, zarar
gören tüm toplumsal katmanların aynı potaya konarak, işçi sınıfı yerine “çokluk” kavramının geçirilmesinin
-tıpkı küçük çiftçilerin çıkarlarıyla yoksul ve emekçi kitlelerin çıkarları
arasındaki uzlaşmaz çatışmada da görüldüğü gibi- mümkün olamayacağı
ortadadır. Çözüm, WTO ya da bu örgütün işleyiş mekanizmasında değil, üretim, bölüşüm ve mülkiyet ilişkileri ile bir bütün olarak kapitalist sistemin kendisinde aranmak zorundadır. Sorun, gelişmiş, gelişmekte olan ya da az gelişmiş ülkeler veya zengin kuzey – yoksul güney sorunu değil işçi sınıfı ile sermaye sınıfı arasındaki çıkarların uzlaşmaz niteliğindedir. Bu yüzden emekçiler için ya da emekçilerle birlikte politika üreten ya da üretecek siyasal yapıların zengin kuzey ve yoksul güneyin taleplerinin kapitalist sistem içi çözüm önerileri olduğunu unutmadan politika üretmesi gerekmektedir.
Not: Bu değerlendirme de Gaye Yılmaz'ın TTB Dergisine yazdığı makaleden yararlanılmıştır. |