mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu

YERALTI KAYNAKLARI VE SOSYALİST KALKINMA

Tahir Öngür - Jeoloji Mühendisleri Odası İst.Şubesi - Şubat 2004

tahirongur@veezy.com

 

Madenciliğimiz ve zengin yeraltı kaynaklarımız bugünlerde yoğun biçimde tartışılıyor. Birileri dünyanın en zengini bizde olan madenlerimiz işletilmeli, o zaman borçlarımızdan kurtuluruz diyor ve TBMM’nde görüşülmekte olan yeni Maden Yasası değişiklik tasarısının, istedikleri gibi yasalaşmasını heyecanla istiyor. Bir de, doğal kaynaklarımızın, nasıl işletilirse yurda yararlı olacağı üzerine kafa yoranlar var.

Aslında, kalkınma ve doğal kaynakların işletilmesi konusu ekonomistlerin bazılarının 1950’li yıllardan bu yana dünyanın her yerinde üzerinde çalıştıkları bir konu. Bu tartışılırken, gelişmiş bazı ülkelerin ülke içinde yaşadıkları bölgeler arası gelişmişlik farkı ile doğal kaynaklar arasındaki ilişkiler de araştırılmış.

 

KAPİTALİST KALKINMA VE YERALTI KAYNAKLARI

 

Küreselleşme ve Yeraltı Kaynakları

 

Dünya Bankası ve ilişkili kurumların yönlendirmesiyle son 15 yılda 100’ün üzerinde ülkede Maden Yasası değiştirildi. Son onbeş yılda, madencilik arama ve geliştirme çalışmaları az gelişmiş ülkelere yöneltildi. Dünyada 50 kadar ülke doğal kaynaklarının ham olarak, işlenmeden dış satımıyla elde ettiği gelire bağımlı duruma düşürüldü. Bu ise, küreselleşmenin güdücü kuruluşları eli ile yönlendirildi.

IMF bu sektörün liberalleştirilmesini, kamu kurumlarının özelleştirilmesini dayattı. DB, Dünya Bankası dayattığı yasal ve idari değişikliklerle bunun alt yapısını hazırladığı gibi, alt kuruluşu olan IFC(Uluslararası Finans Şirketi) ile bu girişimlere ortak olarak, finans sağladı. IFC’nin katılımları herhangi bir devlet desteğine sahip değil; özel şirketlere veriliyor; sözde teknik olarak güçlü ve yerel ekonomiyi destekleyecek projelere yöneltiliyor; kârlılık aranıyor[2]. Daha önemlisi, MIGA (Çok Yanlı Yatırım Güvence Ajansı) ile de finans kurumlarına güvence veriliyor. Bu yolla, özel girişim yatırımlarına siyasal risklere karşı güvenceler sağlanıyor. IBRD (Uluslar arası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası), IDA (Uluslararası Kalkınma Ajansı), vb başka kurumlarıyla doğrudan doğruya devletlere krediler açarak madencilik sektörlerinin incelenmesini, yeniden örgütlenmesini, yeni özel ya da özerk kurumlar kurulmasını, yasal değişikliklere hazırlıklarının yapılmasını, devlet şirketlerinin özelleştirilmesini sağladı. Bunlar olurken bu ülkelerin sorunlarının çözümlenememesi, çevre kirliliğinin artması, yerel halkla çokuluslu şirketlerin arasında ortaya çıkan sorunların büyümesi ise, konuya ilişkin tartışmaları arttırdı.

Geçtiğimiz yıl Dünya Bankası ve IMF’nin “Küresel Madencilik/Madencilik ve Kalkınma” kampanyası çerçevesinde bir değerlendirme metni yayınlandı : “Gelişen Ülkelerde Madencilik, Hazine mi, Azap mı?”[3]. Bir ay geçmeden ortalık birbirine girdi. Bu yayına göre, 100’den çok ülkede madencilik yapılıyor ve madenci ülke denebilecek 56’sında 3,9 milyar insan yaşıyor. Bunlardan 3,5 milyarı, geliş(eme)mekte olan ya da sosyalist planlamadan pazar ekonomisine dönüştürülmekte olan 51 ülkede. DB uzmanlarına göre, yer altı kaynakları ulusal zenginlikleri oluşturuyor; geride bir iz bırakıyor; dış yatırımda öncelik taşıyor; hükümetler için önemli bir gelir kaynağı oluşturuyor. Bu uzman(!)lar bu ülkelere ilişkin verileri kullanıp 90’lı yıllarda bu ülkelerin kalkınma hızlarını ortaya koymaya çalışmış. Buna göre, madenciliğin başat olduğu, dışsatımlarında madenciliğin payı %50’den çok olan ülkelerin ortalama kalkınma hızı % - 2,3 (eksi!); madenciliğin yeri kritik, %15-50 arasında olan ülkelerde % - 1,1; madenciliğin payı kayda değer, %6-15 olan ülkelerde %- 0,7; madenciliği iç pazara yönelik bir sektör olan ülkelerde %6,8 (artı!) olduğu ortaya çıkıyor. Kalkınmakta olan tüm madenci ülkelerde bu oran ortalama % 1,6; tüm kalkınmakta olan ülkelerde ise %1,7 bulunmuş. Eh pek te kötü görünmüyor. Ancak, Çin bu hesaptan çıkarıldığında kalkınmakta olan tüm madenci ülkelerin ortalama kalkınma hızı % 1,6’dan % -0,4’e düşüyor. Bu uzmanlara göre farklı bölgelerdeki madenci ülkelerin büyük bölümü, aynı bölgelerdeki başka ülkelerden daha hızlı büyüyor. DB uzmanları sonuçta, kurumlarını ve kurallarını güçlendiren, yolsuzluğu yenen ve böylece dış yatırımcıya çekici gelen ülkelerin başarılı oldukları sonucuna varıyorlardı, 2002 Mart’ında yayınlanan bu raporlarında.

Ardından sıcak bir tartışma başladı. Önce Los Angeles, Kaliforniya Üniversitesi’nden Prof Michael L. Ross kısa bir değerlendirme yazısı ile DB raporundaki çarpıtmalara dikkati çekti. Ross, önce madencilik ürünleri, dışsatımlarının içinde %6’dan az olmasına karşı Çin, Hindistan ve Mısır’ın madenci ülkeler arasına katılmasına karşı; Haiti, Kongo-Brazavil ve Burma’nın bu gruba alınmayışına dikkati çekti.  Belli ki, yüksek kalkınma hızı sağlayan bazı ülkelerin verimliliği ile, öteki başarısız ülkelerin sorunlarını örtebilmek umulmuş. Ross, aynı verileri bu üç ülkeyi dışta tutarak yeniden irdelediğinde bütün bu ülkelerin ulusal gelirlerinin 10 yılda %11 düşmüş olduğuna dikkat çekiyor. Madencilik ürünlerinin dış satımına bağımlılık arttıkça da ulusal gelir daha hızlı düşüyor. Ross, DB raporunda bu alanda yapılmış pek çok eleştirici yayına değinilmezken, bu politikalardan yana az sayıda yayının öneminin abartıldığını da vurguluyordu. Ross, DB Raporu’nda yapılan öteki değerlendirmelerde de benzer çarpıtmalar yapıldığını ortaya koydu.

 

Az Gelişmiş Ülkelerde Kalkınma ve Yer altı Kaynakları

 

Benzer eleştirileri “Friends of the Earth” örgütü de bir raporu ile paylaştı[4].

Bu tartışmalar sırasında konunun uzun zamandır araştırılmakta olduğu ve çok zengin bir araştırma yazınının bulunduğu yeniden anlaşıldı. Örneğin, yine Prof Ross Ekim 2001 tarihli yayınında[5] madencilik ve yoksulluk arasındaki ilişkiyi çarpıcı bulgularla ortaya koymuştu :

·         Madenciliğe bağımlı ülkelerin toplu yaşam standartları çok kötü.

·         Madenciliğe yüksek bağımlılık yüksek yoksullukla doğrusal ilişkili.

·         Madenciliğe bağımlı ülkelerde çocuk ölüm oranları çok yüksek.

·         Bu bağımlılık, gelir eşitsizliği ile yakın ilişkili.

·         Madenciliğe bağımlı ülkeler ekonomik şoklara karşı çok duyarlı.

·         Bu ülkelerde yolsuzluk, otoriter hükümetler, hükümetlerin zayıflığı, askeri harcamaların yüksekliği ve iç savaşlar benzerlerine göre daha sık görülüyor.

UNDP’nin ülkelerin gelir, sağlık ve eğitim düzeylerine göre sıralandığı İnsani Gelişme İndisi(HDI) değerleri madenciliğe bağımlılık ile kıyaslandığında, madenciliğe bağımlılık arttıkça indis değerinin de gerilediği ortaya çıkıyordu. Üstelik, HDI değerleri 1990-98 arasında madenciliğe bağımlılık arttıkça, gerilemiş.

Bunun gibi maden dışsatımına bağımlılık arttıkça bebek ölüm oranının da artmakta oluşu dikkati çekiyor. Dışsatım içindeki maden oranı %5 arttığında, 5 yaşından küçük bebek ve çocuk ölümleri binde 12,7 artıyor. Aynı şey yaşam beklentisi için de geçerli. Yine dışsatımda madenciliğin oranı %5 arttığında, yaşam beklentisinin 2,1 yıl daha düştüğü görülüyor.

Bir başka istatistik verisi de maden ya da petrole, yer altı kaynaklarının dışsatımına bağımlı ülkelerin 5’er yıllık dönemler için iç savaş yaşaması riski %23 iken, böyle bir bağımlılığı olmayan ülkelerde bu oranın %0,5 oluşu. 1997’de tipik bir ülkenin askeri harcamaları, bütçesinin ortalama %12,5’i. Dışsatımında maden ürünlerin oranının her %5 artışında askeri harcamalarının oranının da %1,7 arttığı belirlenmiş.

Ross’un 2000’deki bir yayını da doğal kaynaklara bağımlılık ile otoriter yönetimlerin ilişkisini inceliyordu[6]. Ross “rantiye devletler” olarak adlandırılan ve gelirlerinin büyük bölümü dış rantlardan gelen bu ülkelerin daha az demokratik oluşunun nedenlerini irdeliyor. Bunun nedenlerinin üç değişik etkenden, “modernleşme etkeni”, “rantiye etkeni” ve “baskı etkeni”nden gelebileceğini öneren araştırmacıların tezlerini tartışan Ross, modernleşme etkeninin doğal kaynaklara dayalı kalkınmada toplumsal ve kültüre değişimler olmadan gelirlerin artmasının demokrasinin gelişmesini besleyemediğini savladığını söylüyor. Rantiye etkeni ise, hükümetlerin bu yolla elde ettikleri aşırı gelir ile sosyal gerilimleri azaltmasının, daha fazla katılımcılığa gereksinimi azaltması olarak açıklanıyor. Vergilerin azalması, harcamaların bolluğu ve toplumsal sınıfların olgunlaşmasının zayıflaması bunun beklenen sonucu olmaktadır. Baskı etkeni de, daha fazla rant geliri elde eden hükümetlerin baskı düzenine daha fazla yatırım yapabilmesi olarak açıklanıyor.

DB çevrelerinin, azgelişmiş ülkeleri doğal kaynaklarını çıkarıp satmaya yönlendiren propagandasının argümanlarının biri de, ABD, Kanada ve Avustralya gibi gelişmiş ülkelerin gelişmişliklerinin altında doğal kaynak zengini olmaları ve bunları işletmiş oldukları savı. Bu sava dayanılarak az gelişmiş ülkelere düşük gelir kapanından çıkabilmeleri için doğal kaynakların büyük itkisinden (big push) yararlanmaları öneriliyor. Bu sav da, Montana Üniversitesi’nden Prof  Thomas Michael Power tarafından incelenmiş[7]. Power’ın bulgularına göre madencilik, bu ülkelerin 19. yüzyılın sonu ve 20. yüzyılın başlarındaki ilk endüstrileşme döneminde, toplam ekonomik üretimin küçük bir bölümünü temsil etmekte ve dışsatımlarında bir ağırlığa sahip bulunmamakta idi. ABD’nin dışsatımının ulusal geliri içindeki payı 1880-1929 arasında %6,5 ve 1929-1970 arasında yalnızca %4’lük yer almakta idi. Buna karşı, ABD’nin büyük bir iç pazarı bulunmaktaydı. Maden ürünlerinin dışsatım gelirinin ulusal gelir içindeki payı 1860’taki %1’lik düzeyinden 1900 ve 1920’deki %3,5’e yükseldikten sonra bugüne değin yeniden %1’e düşmüştür. Toplam istihdamın içinde madenciliğin istihdam kapasitesinin oranı da benzer bir yol izlemiş.

Kanada’nın ulusal geliri içindeki madenciliğin payı da, 1880’de %1, 1900’da %3, 1900-1932 arasında %2.5-3.5 arasında, 1930 sonunda %7, 1940-1975 arasında da %4 oranında idi. Kanada’nın dışsatımında madenciliğin oranı %5 ya da maden dışsatımının ulusal gelir içindeki payı %1 idi. Madenciliğin dışsatımdaki payı yalnızca savaş sonrası endüstriyel büyüme döneminde, 1950-1970 arasında %17’ye kadar çıkmıştı. İstihdamdaki madenciliğin payı da %1,6’yı geçemedi. Açıkçası madencilik ABD’de olduğu gibi Kanada’nın endüstrileşmesinde de belirleyici, başat bir rol oynamamıştı. 20. yüzyılın sonunda bile metal madenlerinin dışsatımdaki payı %1.4’ü geçememekte idi. Avustralya’nın gelişmesinde de bunlara benzer bir süreç  yaşanmış.

 

Ülke İçi Bölgesel Gelişme ve Yer altı Kaynakları

 

Power aynı yayınında ABD’nde madencilik yapılan eyaletler ile ötekileri kıyaslıyor. ABD’nde 1970-2000 yılları arasında işçi ücretlerinin %20’den fazlasını madencilikten sağlayan ilçeler, ülkedeki toplam 3100 ilçeden 100’ünü oluşturuyor.  Bu ilçelerdeki işçi ücretlerinin ötekilerden %60 daha yavaş arttığı; kişi başına gelirin de bu ilçelerde ötekilere göre %30 daha yavaş yükseldiği; bu bölgelerde nüfusun azaldığı belirlenmiş. ABD’nin madencilik yapılan yöreleri bundan yarar sağlayamamış görünüyor. Bu yörelerde işsizlik oranı başka yerlere kıyasla daha yüksek. Niceliksel 301 ekonomik ölçek incelendiğinde madencilik yapılan ilçelerin, başka ilçelere göre üstünlük sağladığı her 1 parametreye karşı, iki parametrede geri kaldıkları saptanmış.

Bu üç ülkenin gelişmelerinde doğal kaynaklarının işletilmesi ve dışsatımının değil, kurumsal sermaye düzeyinin yüksek, doğal kaynak çeşitliliğinin fazla, bilgi teknoloji ve iş örgütlenmesinin gelişmiş, koruma altında büyük ulusal bir iç pazar, emeğin kıt toprak ve doğal kaynakların bol oluşunun etkili olduğu sonucuna varan Power, bu etkenlerin bugünkü geri kalmış ülkelerde bulunmadığına dikkat çekiyor.

 

Küreselleşme Saldırısının Koçbaşı : Liberalleştirilmiş Madencilik

 

Doğal kaynaklar ve kalkınma ekonomisi üzerine çok sayıda bilim insanının çalıştığı ve değerlendirmeler yaptığı İngiltere Lancaster Üniversitesi bu alanda kayda değer ürünler vermiş durumda. Bu ekolün başını Richard M. Auty çekiyor. Auty’nin son çalışması, editörlüğünü yaptığı ve birkaç bölümünü yazdığı “Kaynak Zenginliği, Büyüme Göçmesi ve Siyasa” adlı yayın bu konuda çok zengin veriler kapsıyor[8].

Auty’nin değerlendirmesine göre ikinci dünya savaşından sonraki gelişmeleri incelendiğinde kaynak zengini ülkelerin 70’lerin petrol krizlerinden sonra büyüme göçmesi (growth collapse) yaşadıkları; oysa kaynak yoksulu ve üretime yönelmiş ülkelerin gelişmesinin ivme kazandığı görülüyor. Bu arada kaynak zengini ülkelerin küçüklerinin büyüme göçmesine karşı, büyüklere göre daha duyarlı olduğu anlaşılmaktadır.

Auty başka bir çalışmasında (1998)[9] 1960-1990 arasında

kaynak yoksulu 7 büyük ülkenin yılda             % 3,5

kaynak yoksulu 13 küçük ülkenin                %2,5

kaynak zengini 10 büyük ülkenin                % 1,6

kaynak zengini 31 tarımcı ülkenin               %1,1

kaynak zengini 8 petrolcü ülkenin             %1,7

kaynak zengini 16 madenci ülkenin de            % 0,8

büyüyebildiğini göstermektedir.  Ülkelerin kalkınma hızları 1980’den sonra hep eksi gelişmiş.

Auty ve Kiiski(2002)’nin çalışmasına göre[10]  büyük sanayileşmiş kaynak yoksulu ülkelerin kaynak zengini büyük ülkelerden daha önce genişlemeye başlayıp kişi başına ulusal gelirlerinin %4 daha yüksek bir düzeyde doruklandığını ortaya koymakta. Kaynak yoksulu küçük ülkelerin ulusal gelirleri de kaynak zengini küçük ülkelerden %2 daha fazla artmış.

Hamilton(2002)[11] de kaynak zengini ülkelerin kalkınmalarını sürdürülebilir kılmakta zorlandıklarını ortaya koyuyor. Hamilton, sürdürülebilirliğin ölçütü olarak asıl tasarruf (genuine saving) kavramını kullanıyor. Bir ülkenin ulusal geliri her türlü üretim göz önüne alınarak hesaplanmakta. Ancak, bunlar üretilirken bazı çevresel varlıklar da yıpratılıp tüketiliyor, doğal kaynaklar tükeniyor, kısacası doğal sermaye eksiliyor. Bu kayıplar da göz önüne alındığında asıl tasarruf bulunuyor. Doğal kaynakların tükenişi hesaplanırken onların net bugünkü değerleri göz önüne alınıyor. Birçok ülkenin asıl tasarruflarının eksi ya da çok küçük oluşu kaynak zengini ülkelerin dışsatım yoluyla rant kazanmalarını ne kadar sürdürebilecekleri sorusunu ortaya koyuyor. Doğal kaynaklarından gelir elde eden ülkelerin bu yolla elde ettiklerini başka ve üretken sektörlere yatırması, insani sermayeye, kurumsal sermayeye yatırması durumunda asıl tasarruf oranları yükselebilmekte. Asıl tasarruf oranının dünya ortalaması %13,6; kaynak yoksulu büyük ülkelerde %15,9 ve küçük ülkelerde %7,1; kaynak zengini büyük ülkelerde %8,7; kaynak zengini küçük tarım ülkelerinde %7,9 petrolcü ilkelerde %2,9 ve madenci ülkelerdeki ortalama %7,7. Azerbaycan, Çad, El Salvador, Gambiya, Gine, Haiti, Ürdün, Kazakistan, Lübnan, Lesoto, Malavi, Moritanya, Nijerya, Rusya, Raunda, Suudi Arabistan, Suriye, Uganda ve Yemen 1997’deki asıl tasarruf oranı eksi olan ülkeler. Asıl tasarruf oranının, ulusal gelirdeki tükenme payı arttıkça azaldığı anlaşılıyor.

Birsdall, vö(2002) de[12] doğal kaynaklarla insani sermaye ve büyüme ilişkisi üzerinde duruyor. Yazarlara göre, 1975-85 arasında orta okula gidenlerin oranı kaynak zengini ülkelerde kaynak yoksulu ülkelere göre daha yavaş artmış; yetişkin nüfustaki okur yazar oranı kaynak yoksulu ülkelere göre geriliğini sürdürmüş. İnsani sermayeye yapılan yatırımın verimliliği, tasarrufu ve yatırımı arttırırken gelir eşitsizliğini azaltmaya yaramakta. Kişi başına gelirle insani sermaye arasında doğrusal ilişki var.

Woolcock, vö(2002) de[13] toplumsal gelişmişlik parametreleri açısından kaynak bağımlılığının kalkınmaya etkisini irdelemiş. Bu yolla, özgürlükler, siyasal serbestlik, bürokratik kalite, yasal düzen ve toplumsal gelişmeye verilen ölçütlerle en düşük puanları kahve kakaodan sonra sayıca az işletme eli ile yeraltı kaynaklarını çıkaran sektör alıyor. Yeraltı kaynaklarıyla ilgili de olsa, sayısı çok ve ülkeye saçılmış işletme söz konusu olduğunda sonuçlar açıkça daha olumlu bulunuyor. Kalkınma hızının 1961-1997 arasındaki değişimi bu ayrıma göre incelendiğinde de nokta kaynaklara dayalı ekonomilerin en düşük gelişme çizgisini sergilediği, 1977’den sonra en hızlı ve büyük düşüşün bu ülkelerde yaşandığı ve toparlanmanın da en geç ve en yavaş olduğu ülkelerin yine yeraltı kaynaklarının az sayıda noktada üretildiği bu ülkeler olduğu görülmekte.

Gylfasson da sabit sermaye yatırımlarının ham ürün dışsatımı ile ters orantılı olduğunu göstermekte.

 

Sergilenen bu olumsuz ilişkiyi açıklamak için bazı kuramsal kavramlar öne sürülmüş. Bunlardan biri, “staple trap” (hammadde kapanı). Bu kapana düşen ülkelerde devlet, temsil oranı düşük kadrolar tarafından yönetilmekte ve bunlar doğal kaynaklardan elde edilen rantları ayrıcalıklı toplumsal gruplara dağıtıp; yavaş gelişen sermaye yoğun endüstriye ve üretken olmayan kamu kesimine yatırımı öne alan siyasetler izlenip; kentleşme hızı azalıp, nüfus dönüşümü sermaye birikimini yavaşlatıp, rekabetçi endüstrileşmeye kaynak aktarılamaz olmakta; tek ürünlerden kolay gelir elde edildiğinden çeşitlenme engellenip ve ekonominin şoklara dayanıklılığı azalmakta; emek yoğun endüstrileşmeye geçilemediğinden işsizlik, ücretleri düşürmekte, toplumsal sermaye gelişememekte; kişi başına gelir artışı yavaşlamakta; ekonomi bir büyüme göçmesine uğramakta ve her tür sermaye aşınmaktadır. Düşük büyüme hızlarına karşı nüfus artışının hızlanması buna katılmaktadır.

Bu kapana düşen ülkelerin dışsatıma yönelik doğal kaynak sektöründe üretim sıçradığında bu “Dutch Disease” (Hollanda Hastalığı) denilen soruna neden olur(Findlay ve Lundahl, 1999)[14]. O zaman, ticari olmayan ürünlerin üretimi artıp emek ve sermayenin büzülen üretim sektöründen atılmasına neden olur. Ticari ürünler sektörü ağırlıklı biçimde birincil ürünler üzerinde yoğunlaşır. Birincil ürünlerin dış satımında bir sorunla karşılaşıldığında da büyüme göçmesi yaşanır. Bu süreç reel sektörün ölümü olmaktadır.

Bu konudaki önemli bir saptama da, yukarıda sıralanan çarpıklıkların özellikle az sayıda ürüne ve az sayıda işletme tarafından çıkarılan petrol, doğal gaz ve madenlerin dışsatımına dayalı ülkeler için geçerli oluşu. Bu, “Point Source” (nokta kaynak) olarak kavramlaştırılmış. Bunun yerine, ülke yüzeyine yayılmış çok sayıda işletme eli ile gelirin yaygınlaştırılmasıyla yapılan doğal kaynak işletmeciliğinin ise bu ülkelerde hiç te olumsuz sonuçlar ortaya çıkarmadığı görülüyor.

 

Özetle, doğal kaynaklarını hızla ve hırsla çıkarıp ham durumda pazara sunan ve bu yolla dış kaynak bulup borç sarmalından kurutulmayı uman ülkelerin son15 yıllık kalkınma hızı çoğun “eksi”. Bu ülkelerin doğal sermayelerinin (yer altı kaynaklarının, çevrelerinin, sağlıklı insan gücünün, biyolojik çeşitliliğinin) etkilenişi de göz önüne alınarak değerlendirildiğinde ulusal asıl tasarrufları sıfırın altında. Yani, bu ülkeler sermayeden yiyor! Yani bu ülkeler en değerli varlıklarından oluyor; ama, bir daha düzelemeyecek şekilde batağa batıyor. Bu ülkelerde gelir dağılımı gün be gün bozuluyor. Bu ülkeler baskın olarak anti demokratik yönetimlerce yönetiliyor. Okulluluk düzeyi gitgide düşüyor. Yolsuzluk parametreleri çok yüksek. Çoğu iç savaşlardan etkileniyor. Kurumsal sermayeleri de yok ediliyor. Örneğin, bizdeki MTA benzeri Jeoloji Araştırma Kuruluşları’nın da parçalanıp özelleştirilmesi isteniyor.

 

Aykırı Örnekler

 

Küreselleşen kapitalizmin düşünürleri bu olumsuzluklara karşı, neler öneriyor? Dışsatım çeşitlendirilmeli. Saydamlık özendirilmeli. Yalnızca demokratik yönetimlere yardım edilmeli. Doğal kaynaklardan elde edilen gelirler denetlenmeli. Bunun yanında yeraltı kaynakların dışsatımına ağırlık verilen yerlerde maden gelirleri duraylılaştırma fonu kurulması önerilmekte. Bu sarmalı çok özel koşulları ve bazı yerinde uygulamalarıyla aşabilen Şili, Bostwana ve Endonezya gibi ülkeler inceleniyor.

Yine aynı araştırmalar ortaya koyuyor ki, dışsatım kalemlerini zenginleştiren, hammadde satışından kaçınan, eğitime-insani sermayeye yatırımı arttıran, kurumsal sermayesini güçlendiren, doğal kaynaklarını ussal yollardan değerlendiren ülkeler açıkça kalkınıyor. Örnek, Çin ve Hindistan. Bu ülkelerin dış satımında madenlerin payı çok az. Ama milyonlarca insan çalışıyor bu sektörde. İç tüketimlerine, endüstrilerini beslemeye yönelik madencilik yapıyorlar. Enerji tüketimlerinin %60-80’i ürettikleri kömürden sağlanıyor. Kişi başına ulusal gelirlerinin 90’lı yıllardaki artış hızı %3,7 ve %8,5. Yani, kamu otoritesinin ekonomiye karışması bir şekilde yer altı kaynakları işletme sektörünün zaaflarını da onarıyor.

 

Ancak, bugün bu hiç te kolay değil. Tasarruf oranları düşük, borç batağındaki az gelişmiş ülkeler bu ussal yolu seçtiklerinde önlerine sayısız engel çıkarılıyor. Kredi bulamıyorlar. Teknoloji satın almaları bile engelleniyor. Siyasal baskılar ve hükümet darbeleri art arda geliyor. Yine de, bu güçlükleri kısmen ya da bütünü ile aşabilen ülke örnekleri var.

Demek ki kurtulmak için ortak akıl, anlak ve bilinçten oluşan bir doğal kaynağa gereksinim var.

 

Dünyada Madencilik

 

Dünyada madencilik birkaç on yıldan beri köklü bir değişimin içinde. Geçmişte Kanada, ABD ve Avustralya’da  ağırlık taşıyan gelişmiş ülkelerin metal madenciliği; aynı ülkeler ve Almanya ve İngiltere’de yoğunlaşmış kömür madenciliği; Güney Afrika, Peru, Şili gibi ülkelerdeki emperyal madencilik; ve sosyalist ülkelerdeki, ülke endüstrisini destekleyen madencilik modeli bugün alt üst olmuş durumda. Metal madenciliği hızla az gelişmiş ülkelere kaydırılıyor[15]. Bu ülkelerde kurulu çokuluslu şirketler arama ve işletme çalışmalarını artık Güney Amerika, Güneydoğu Asya, Afrika ve eski sosyalist ülkelerde yoğunlaştırdı. Buralarda her türlü denetim ve koruma engelini kolayca aşıp doğal sermayeyi yıkıp yok ederek çalışıyorlar. Emperyal madencilik te, Güney Afrika’dan çekiliyor. Eski sosyalist ülkeler artık az gelişmiş ülke “muamelesi” görüyor. Maden işletmeleri tek tek özelleştirilip yabancı yatırımcılara satılıyor. Bazı ülkelerde milyonlarca kişinin geçim kaynağı olan el emeği madencilik zor yolu ile, sürgünlerle, bazen kıyım ile yok edilip yerine çağdaş teknoloji denilen dev makine parkı ile, cevher yatağının kaymağını en çok 7-8 yılda tüketip, önemli bölümünü yerinde terk eden ve dev çukurlar ve dev atık yığınları ile baş edilemez çevre sorunları[16] bırakarak çekip giden[17] işletmeciler yerleşiyor.

Bunu özendirerek geliştiren uluslararası kurumlar da artık sorunun büyüklüğünü algılamaya, bu işletmelerin önce sürdürülebilir kalkınma(!) anlayışına uymasını; sonra, uluslararasılaştırılacak çevre yasa ve kurallarına uymasını[18]; çevre halkı ve sivil toplumla işbirliğini[19]; vb., savunmaya[20] başladı.

Kısacası, dünya madenciliği küresel kapitalizmin yaban, denetlenemez, talancı alışkanlıkları yüzünden yalnızca toplumsal prestij kaybına uğramadı; artık, savunulamaz ve sürdürülemez bir yola girdi, çıkmazda. Dünyada bu sektörün beslendiği borsalarda, artık yeni kaynaklar üretilmekte önemli güçlükler yaşanıyor. Kredi kuruluşları eleştiri ve tepkilerin karşısında kredi ve desteklerini geri çekmek zorunda kalıyor ve bu eğilim yaygınlaşıyor. Maloluşlar ne denli indirilse de, satış fiyatlarının yüzyıllık düşüşü de sürüyor. Büyüme ve toplulaşma bir türlü gerçekleştirilemiyor. Birleşmeler de buna yetmiyor[21]. Madencilik sektörü öteki endüstriler arasında en düşük kârlılıklı[22] sektörlerden biri[23]. Yani, dünya madenciliği bugünkü tarzı ile sürdürülemez duruma gelmek üzere.

Bu alanda kökten değişimler yaşanmasının arifesinde olmalıyız.

 

 

ÜLKEMİZDE YERALTI KAYNAKLARI

 

Ülkemiz, kimilerine göre yer altı kaynağı zengini. Ayrıntıya girildiğinde yurtseverliğimize dokunur : neden, çevre ülkelerimizde petrol yatakları bunca zengin de, biz de yoksul. Bunda bir bit yeniği olduğu düşünülür. Dünyanın her yerinde bütün halklara dayatılan doğal kaynaklara emperyalist el koymanın bize uygulanmadığı ve bizim kaynaklarımızın bizden bile gizlendiği vehmedilir.

Gerçek böyle değil. Ülkemiz yeryuvarındaki konumuyla, yerkabuğunun yakın jeolojik dönemlerde önemli gerilmelere ve karılmalara uğradığı, yeni dağ sıralarının oluştuğu, pek çok jeoloji biriminin oluştuğu yerlerde çok uzaklara yer değiştirdiği bir yerinde. Bu genç süreçler daha önce birikmiş, zenginleşmiş bir çok cevherin yeniden hareketlenmesini, kiminin çözülüp kaybolmasını, kiminin küçük yataklara göçmesini, kiminin de yapısal süreksizliklerle parçalanmasını sonuçlamış. Bu nedenle, evet ülkemiz yer altı kaynağı çeşitliliği açısından zengin; ama, yatak büyüklükleri rezervleri açısından yoksul. Önceki bölümlerde dile getirilenlere bakılırsa kendimizi şanslı saymalıyız.

Türkiye, yer altı kaynaklarını arama ve geliştirme amacıyla örgütlenen ülkeler arasında ilklerden. Çok iyi örgütlenmiş, çok başarılı bir kurum kurmuş : MTA Enstitüsü. Son on onbeş yıldır zayıflatılıp işlevsizleştirilmiş olsa da geçmişte yaygın kampanyalarla önemli yer altı kaynaklarını ortaya çıkardığını kimse yadsıyamıyor. Kuşkusuz, gelişen yeni teknolojilerle, çağdaş bilgi ile ve iyi örgütlenmiş arama programlarıyla yeni yataklar bulunabilir. Ancak, ülkemizde yeraltı kaynaklarının aranmadığı, yabancı sermaye eli ve bizim bilmediğimiz teknolojilerle yeni ve büyük maden yataklarının bulunabileceği savı da gerçekleri yansıtmıyor.

Böyle bakıldığında, bugüne değin ki gelişmeler ışık tutucu. Maden işletmelerimiz, taşkömür ve linyit işletmeleri dışarıda tutulduğunda, bütünü ile küçük ve orta ölçekli işletmeler boyutunda[24].

Madencilikte yabancı yatırımdan yana olanların ve ülkemizin maden zengini olduğunu ileri sürenlerin sesi olan bir Vakıf’ın hesaplamalarına bakılırsa ülkemizdeki (petrol ve doğal gaz dışındaki) yeraltı kaynaklarının toplam değeri 2 trilyon dolar. Göz kamaştırıcı! Ancak, dikkatli bakınca bunun yarısının hemen hiç satamayacağımız taş, pomza, vb bazı hammaddelerden geldiği görülüyor. Gerisi de, güvenilirliği kuşkulu rezerv bilgileri ile hammadde satış fiyatları çarpılarak bulunmuş değerler. O rezerv değerlerinin güvenilmezliğini ve yapılabilen saptırmaları altın rezervlerimiz konusunda ortaya atılan yalan bir güzel açıklıyor. Bir de rezervin o günün teknolojisi ve pazar koşullarıyla işletilebilen kaynağa verilen ad olduğu göz önüne alındığında dile getirilen değerin çok daha küçültülmesi gerektiği ortaya çıkıyor.

Ne var ki, bazı kaynaklar, özellikle de bazı hammaddeler konusunda dünyanın sayılı ülkeleri arasında olduğumuz bir gerçek. Bunlar ise, uygun pazarlama, teknoloji geliştirme ve çokuluslu şirketlerle kıyasıya savaşım ile ülke ekonomisine belli katkıları olabilecek kaynaklar.

 

Ülkemizin maden zenginliği [25]

Dünya rezervi

Adı                                          içindeki payı ( % )    Sırası                 Açıklama

Bor *                                             52                        1     Hammadde işleniyor, uç-ürün üretilmiyor

Zeolit                                              7                        1      Eti Hold., sentetik zeolit tesisi planlıyor

Toryum                                           -                         1     Üretim yok

Pomza taşı                                      -                         1     

Trona*                                             8                       2      Üretime yakl.20 yıldan beri geçilemedi

Profilit                                           20                        2

Selestit                                          11                        4

Barit                                                8                        4       Üretime Eti Holding hakim

Asbest *                                          5                        4       Kanserojen olduğundan kullanım yasak

Krom                                               3,5                     4       Ferrokrom üretiliyor, metal üretilmiyor

Antimuan                                        5,5                      5        

Manyezit                                         1,6                      7       Refrakter üretilyor, metal üretilmiyor

Volfram                                           2,5                      8       Konsantre üretimi durduruldu

Boksit                                              1,9                      8       Primer üretim, ihtiyacın % 25’i

Feldspat                                           8,5                    10   

Bakır *                                             1,2                     10       Primer üretim, ihtiyacın % 15’i

Kurşun                                             0,8                     10       Cevherden üretim çok yetersiz

Çinko                                               0,5                     10       Cevherden üretim yok

Linyit *                                            0,2                     12       Türkiye, üretimde Dünya 5.ncisi

Taşkömürü*                                     0,02                   28       Rezerve göre üretim 4’e katlanabilir                                                    

    

Ülkenin yeraltı kaynaklarının öngörülen toplam değeri, 2 trilyon USD olduğuna göre bu, dünya toplamının da % 0,5’I kadar.  Ülke nüfusunun dünya nüfusuna oranı % 1  olduğuna göre bu payın büyük olmadığı aşikardır.

Dünya maden rezervleri toplam değeri 400 trilyon USD! Dünya’nın toplam yıllık değer üretimi ise 35 trilyon USD/yıl. Bunun 9,5 trilyon USD’lık kısmı ABD’nin payı, Japonya’nın 5,5 Almanya’nın 4,5 trilyon USD’lık payları ile bu en zengin üç Ülke’nin 230 ülke GSMH toplamı içindeki payı % 55 yakınında,  bunlara Avrupa’nın zengin ülkeleri ile Uzak-Doğu’nun yeni yıldızları ve Çin’in 1,0 trilyon USD, Türkiye’nin 0,15 trilyon USD ile aralarında yer aldığı 10 kalkınmakta olan ülke de katılırsa 30 kadar ülkeden oluşan bir grubun dünya brüt üretiminin % 85’ini yaptığı görülür.

 

Kısacası, kendi endüstrimizin pek çok girdisini kendi ülkemizde üretebiliriz belki ama; neyse ki, Irak, Suudi Arabistan, Şili, Gana, Papua Yeni Gine olamayacağımız açık.

 

Ülkemizde Uygulanmış Yeraltı Kaynakları Politikaları

 

Cumhuriyet öncesi Anadolu ve çevresi özellikle yer altı kaynaklarıyla emperyalizmin egemenlik ve sömürü tekniklerini sınayıp geliştirdiği önemli bir alan olarak beliriyor. Krom’un, Çinko-Kurşun’un, Bakır’ın, Bor’un, vb’nin öyküleri bunu çok çarpıcı biçimde anlatıyor. Tüketilen yeraltı kaynakları, neyin ne kadar üretilip yurt dışına götürüldüğüne ilişkin bilgi yokluğu, rüşvetler, yerel halka karşı kıyımlar, geride bırakılan kirli atık depoları, vb. Avrupa’nın savaş makinesi önemli ölçüde buradan kaçırılan hammaddelerle beslenmiş.

Cumhuriyet Türkiye’si ise, madenciliğin Anadolu’daki altın dönemi oldu. Bütün dünya azgelişmiş ülkelerine örnek olması gereken atılımlar yaşanmış, bu dönemde. Örnek ve güçlü kamu kurumları kurulmuş. Yatırımlar yapılıp ve yatırım kompleksleri kurulmuş. Ülke önemli bir madencilik sektörüne sahip olmuş.

Böylece, ağır endüstrinin besleyicisi olan demir çelik, aluminyum, bakır, krom, kömür, vb yer altı kaynaklarını çıkaran ve işleyen kuruluşlar oluştu.

Yetmişli yılların ortalarına kadar süren bu dönem, daha sonra küreselleşen kapitalizmin önce ideolojik ve sonra finansal saldırısı ile yok edilmeye çalışılıyor.

Bu süreçle, Etibank Türkiye’nin en büyük kamu iktisadi teşekkülü iken ve yıllık 500 milyon dolar satış, 300 milyon dolar dışsatım, 170- 180 milyon dolar kâr yaptığı dönemleri olmasına karşın, bazı kısımları zarar ediyor, kâr ve zarar edenleri ayırt edilmeli gerekçesi ile, kamusal hizmet işlevi yok sayılarak, kazanan bölümleri satılıp yıllardır yatırım yapılmayan bölümlerinin de kapatılması yoluna gidildi.

Böylece, ülkemizin yeraltı ve yerüstü doğal kaynakları açısından (Wolfram, Krom, Bor, Alüminyum, Bakır, Altın, Gümüş vs) oldukça çeşitliliğe sahip olmasını ve çevre koruma uygulamalarındaki zayıflığı göz önüne alan çokuluslu şirketler ülkemize yönelir diye beklendi.

Bu yolda, önce dışa açılma ve liberalleştirme baskısı ile maden ürünleri dışalımı çekici kılındı. Sayısız işletme kapandı.

Sonra, kamu madencilik kurum ve kuruluşları siyasal güdülerle işlemez duruma getirildi, eylemsizleştirildi. Özelleştirme yasalarının gündeme alınmasıyla 1986 yılından sonra KİT’ler teknoloji yenileme yatırımları yapılmayarak, istihdam yapısı siyasal karışmalarla bozularak zarar eder duruma getirildi. Yatırımlar kesildi; işletmelerin verimsizleşmesine ve yenilenememesine göz yumuldu; varolan kuruluşlar parçalandı; kimi kapatıldı; kimi satıldı. Madencilik alanındaki istihdam hızla azaldı.

Küreselleşme kurumlarının dayattığı özelleştirmeci ve yapısal dönüştürmeci uygulamalar, madencilik kesimindeki kamu kurumlarının tam anlamı ile yıkımı oldu. Ülkemizde kamu eli ile kurulan ve yaşatılan maden çıkarma ve işletme tesislerini bir anımsamak bile, kamu kuruluşlarının olmaması durumunda Cumhuriyet Türkiye’sinde madenciliğin olmamış olacağını göstermeye yeter : kömürde Zonguldak ve linyit sahalarının bütününe yakını, bakırda KBİ, alüminyumda Seydişehir, demir çelik işletmeleri, ferrokrom tesisleri, Mazıdağı fosfat tesisleri, Çinkur, Uludağ Wolfram tesisleri, bor sektörünün bütünü, vb. Bunların özel girişimcilik eli ile gerçekleşebileceğinin düşü bile kurulamazdı. Daha doğrusu, borda, manyezitte, kromda ve başka bir çok doğal kaynakta olduğu gibi işlenmeden doğrudan dışsatımı olanaklı ve dış pazarlarca istenen bir kaynak için küçük yerli özel girişimciler ya da yabancı sermaye eli ile yapılan işletmelerin dışında bir madencilik sektörüne sahip olamazdı bugün ülkemiz, eğer kamu yatırımları olmasa idi.

 

Oysa, ülkemizin maden hukukunda yeni sömürgeciliğin isterleri doğrultusundaki asıl köklü değişiklikler daha seksenli yıllarda gerçekleştirilmişti.

1980 yılının 24 Ocak ekonomik kararlarının uygulamaya konulmasında yaşanan zorlukların 12 eylül 1980 askeri darbesi ile aşılmasının ardından, ülkemizde ulusal politikaların yerine açık açık çokuluslu şirketlerin politikaları uygulanmaya başlandı.

1983 sonrasında çıkarılan yasalarla yabancı sermayenin ülkemize girişi ve kolayca dolaşımı amaçlandı. Buna açılan en önemli alanlardan biri de madencilik oldu. 1985 yılında çıkarılan 3213 sayılı Maden Yasası ile yerli ve yabancı sermayeye madencilik sektöründe önemli imtiyazlar tanındı.

MTA ve Etibank’ın kuruluş yıllarının sonrasında, 1930’lu yılların sonunda madencilik üretim alanındaki artış hızı %30’ları geçmişti. Bugün gelinen noktada bu üretimleri sürdüren Etibank, bir holdinge dönüştürülerek 7 ayrı AŞ kuruldu ve bunlar birer birer özelleştirilmeye başlandı.

1985 yılında çıkarılan 3213 sayılı Maden Yasası ile MTA da, arama çalışmalarını ruhsatlandırmada herhangi bir firmaya eşitlenerek kısıtlandı. Böylece MTA’nın en önemli işlevi kısıtlandı ve Enstitü kimliği elinden alınıp bir Genel Müdürlüğe dönüştürüldü ve yalnızca ruhsat verilen yerlerde çalışabilen bir kurum haline getirildi.

1994 yılında çıkarılan ve yap işlet devret modelini öngören 3996 sayılı yasayla da devletin hüküm ve tasarrufu altındaki madenlerin işletilmesi yabancıların imtiyazına açıldı.

 

Yeraltı Kaynaklarımızla İlgili Bugünkü Sorunlar

 

Kamu işletmelerinin sorunları ayrıca ele alınmak üzere, Türkiye madencilik sektörünün kamu ağırlıklı olmasını gerekli ve zorunlu kabul etmek ve bundan da geleceğe yönelik dersler çıkarmak gerekirken, bu kamu kuruluşlarında yeni ve yenileme yatırımları durdurulduğundan beri madenciliğin toplam yatırımlar içindeki payı da hızla düşmeye başladı. Toplam sabit sermaye yatırımları içinde madenciliğe yapılanların payı 1985’te %8,17 iken, bu oran 1999’da %0,99’a düştü[26].

1985-1989 döneminde ortalaması %3,1 olan madencilik sektöründeki sabit sermaye yatırımlarının toplam yatırımlar içindeki payı, 1990-1994 arasında %1,66’ya ve 1995-2000 arasında %1,3’e düştü. Bu oran en yüksek değerine 1985’te erişmiş iken 2000 yılında %1,1’e düştü. Özel sektörün yatırımlardaki payı 60’lı yıllardan bu yana hep %1’in altında ve sabit kalmış; kamunun payı 1985’e kadar %10’a çıkacak kadar yüksek iken, bu yıldan sonra birden önce %3’e sonra da %1’e düşmüştür.[27]

GSMH içindeki madencilik sektörünün payı da buna koşut olarak düştü : 1986’da %2,11’den 1999’da %1,48’e.

Madencilik sektörünün yurt içi gayrı safi hasılası 1990 fiyatlarıyla 1972’den 1999’a kadar 10 kat artmış iken, sabit sermaye yatırımı 3 kat ve sabit sermaye stoğu da ancak 4 kat artabilmiştir.

Madencilik sektöründe işyeri başına çalışan sayısı 1985’te 137 iken 1996’da 43’e düşmüş. İşyeri başına yatırım da aynı dönemde 352.000 USD’den 85.000 USD’ye düşmüş.

Dışsatıma yönelik maden işletmeciliği eğilimi ağırlık kazandıkça da, madencilik çalışmalarının ülke ekonomisine katma değeri hızla düştü. Madencilik sektörünün kullandığı makine, donanım ve gereç üretimi özendirilmedi ve bu alandaki hemen her girişim dışalım kaynağı oldu.

1983-2001 döneminde madenciliğe verilen teşvikler toplamın %2,5’idir. Yılda ortalama 103 madencilik girişimi teşvik edilmiştir.

1950-1980 arasında toplam dışsatımın %6 kadarı madencilik sektörünce yapılırken, 1983-2001’de bu oran ortalama %2,2 olmuştur. Giderek azalan bu oran 2001’de %1,1 olmuştur.

Üstelik bu dışsatıma konu olan hammadde türlerinde de bir yoksullaşma, bazı kaynakların başatlaşması yaşandı. 2001 yılında maden dışsatımının %32’si işlenmiş mermer, %9’u işlenmemiş mermer, %13’ü bor, %7’si bakır cevheri, %6’sı feldspat, %6’sı manyezit, vö’den oluşmuştur.[28]

 

Madencilikle birlikte doğal sermayenin korunmasına yönelik önlemler alınmadığı, bırakın önlem alınmasını bu konuda bir bilinç geliştirilmediği ve giderek bu yöndeki istekler kınanır olduğu için de doğal sermayede gözle görülür bir tükenme süreci yaşanmaya başladı.

Kısacası, 1980’den sonra hızla liberalleştirilmeye çalışılan madencilik sektörü, özelleştirmelere, liberalleştirmelere, dış satıma yönelik gelişme için düzenlenen teşviklere karşın derin bir bunalıma düşmekten kurtulamadı. Beklenen yabancı yatırım akışı gerçekleşmedi. Ülkemize madencilik işletmeleri için çok sınırlı ölçüde bir yabancı sermaye akımı oldu. Bunlar, hemen hemen kesinlikle, yalnızca son on yılda ilgi göstermeye başladı ülkemiz madenciliğine. 1980-2001 döneminde ülkeye girmesine izin verilen yabancı sermaye tutarının yalnızca %0,94’ü madenciliğe yönelmiştir. 1980’den bu yana ülkemizde çoğu mermercilik için olmak üzere madenciliğe yatırım yapmak üzere izin alan 85 yabancı sermaye kuruluşu hepi topu 275 milyon dolar getirmeye söz verdi. Bu miktar, ülkemize yönelen toplam yabancı yatırımın yalnızca %0,9’u[29]. Bir çeşitlilik peşinde değiller. Öncelikle mermercilik ve altın işletmeciliğine istekliler. Çok az sayıda bakır işletme tasarısı ve yakın zamanda dillendirilen bir de çinko sahası var ilgi alanlarında. Bunların hiç biri ülke içinde metal işleme endüstrisi kurma düşüncesine sahip değil. Mermer dışında endüstriyel hammaddeler alanına pek ilgi gösterdiklerine tanık olunmadı. Hepsi, çokuluslu şirketler. Güçlü bir sermaye yapıları var. Bu nedenle geliştirmeyi hızlı yapabiliyorlar. Arama çalışmalarında daha önce MTA tarafından üretilmiş zengin bilgi dağarcığını kullanıyorlar. Hırslı bir politika izliyor, medyayı, kamu oyunu, kamu görevlilerini kendilerinden yana etkilemek için her yolu deniyorlar. Madenciliğin masaya yatırıldığı her platformda temsilcileri var ve sayıca bile ağırlık sahibi oluyorlar. Madencilik sektörünün meslek ve sivil toplum örgütlerini kendi yanlarında tutabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar.

Yeraltı kaynaklarımızla ilgili önemli bir sorun da, arama ve geliştirme yatırımlarının iki on yıldır tavsatılmış olmasından kaynaklanıyor. Bilinen rezervler hızlı biçimde tükeniyor. Yeraltı kaynaklarına dayalı gelişmiş ender endüstri alanlarımızdan olan seramik endüstrisi, hammadde rezervlerinin tükenmesi tehdidi altında. Cılız bakır endüstrimiz bile dışalıma bel bağlama durumuna geldi. Demir çelik endüstrisi hammadde sıkıntısı çekiyor.

Yılda, Taşkömürü rezervlerinin %0,39’u; Linyit’in %0,67’si; Bakır’ın %3,82’si; Krom’un %6,38’i; Barit’in %0,40’ı; Bor’un %0,14’ü; Manyezit’in %1,01’i; Kurşun-Çinko’nun %0,43’ü; ve Demir’in ise %4,09’u üretiliyor[30]. Bazı yeraltı kaynaklarının rezerv/üretim dengesi 10-15 yıl içinde tükenmelerine neden olacak biçimde bozuldu.

 

Ülkemizde Yeraltı Kaynakları Kesiminin Bugünkü Yapısı

 

Pekiyi, buna karşı ülkemizde madenciliğin kamu kurumlarının egemenliğinde oluşundan yakınmak yeterince gerçekçi mi? Hayır. Madencilikte kamunun yerinin irdelenmesi bunu açıkça ortaya koymakta.

 

Kamu Kesimi :

Enerji hammaddeleri, öncelikle madencilik çalışmaları ile gün yüzüne çıkarılabilen taşkömürü, linyit, asfaltit, bitümlü şist, vö. gerek kaynak büyüklüğü, gerek kalite dağılımı, gerek ülke gereksinimine yeterliliği ve gerekse dünya pazarlarındaki talebe esnekliği gibi nedenlerden ötürü dışsatıma pek elverişli değil. Bu yüzden bir dışsatım baskısı oluşmamış; ve dışsatıma yönelik doğrudan ya da yabancıların aracısı özel kesim yatırımlarına konu olmamış. Bu koşullarda, bu tür doğal kaynakların işletilmesi yönünde yakın gelecekte de yeni yatırımların ancak kamu eli ile yapılabileceğinin göz ardı edilmemesi gerekir. Ancak, bu işletmelerin uluslar arası üreticiler için önemli bir makine, donanım ve malzeme pazarı olarak ilgi çektiğini ve bu konudaki karar sürecinin işletmelerin fizibilitesini olumsuz yönde etkileyebilecek şekilde çalışmış olduğunun da merkezi planlı bir ülke ekonomisi tartışılırken anımsanması gerekli.

Kömürde özel girişimciliğin örnekleri de var; ama, oldukça sınırlı. Büyük kentlerin, özellikle de İstanbul’un yakınlarındaki yataklarda ısıtma amaçlı pazarlara kömür sağlayan işletmeler sorunsuz olmasa da, bu konudaki ender örnekleri oluşturuyor. Bu işletmelerden de madencilik sektörüne kalıcı ve geliştirici katkılar geldiğini söyleyebilmek zor.

Şimdilerde, kamu kömür işletmelerinde belli işlevlerin (örneğin dekupaj, ocak işletmeciliği, bakım-onarım, vö) dönemsel olarak özel yüklenicilere aktarılmasına başlandı. Bu uygulamaların, ülke içinde özel kesimin madencilik işletmelerinde deneyim ve donanım birikiminin sağlaması bakımından da, yabancı yatırımcıların bu alana girmesini sağlaması bakımından işler bir yol olabileceği düşünülmüş. Bazı kömür havzalarının Yap-İşlet-Devret yolu ile yerli-yabancı madencilik girişimlerine aktarılması da özelleştirmecilerin umut bağladığı; ancak, ayrıntıları üzerinde titizlikle çalışılması gereken bir model olarak gündeme geldi.

Kısacası, bugüne değin kamu kurumlarınca sürdürülen enerji hammaddeleri madenciliği, kamu kurumlarının yeniden yapılandırılması konusundaki tartışmaları göz ardı etmeden gelişebilecek bir sektör olarak ele almak gerekli.

Metal madenciliğinde kamu kurum ve kuruluşlarının konumu bu denli açık değil. Alüminyum’u, Seydişehir özelinden ayrı tartışmak güç. Bunu, kamu mülkiyeti-özelleştirme tartışmasının dışında, kendine özgü bir alt sektör olarak ele alıp ülke ekonomisinin içindeki etkileşimleri ile sürdürülebilirliğini nasıl sağlayabileceğimizi tartışmamız gerekli. Seydişehir, ülkemizde alüminyum işletmeciliğinin önünde bir engel değil. Olsa olsa bir örnek ve bu örnekten doğru dersler çıkarılması gerekli. Artık, dünyada bizim gibi ülkelerde endüstrinin gelişmesine yardımcı olup, tekelci kapitalizme karşı onları güçlendirmede teknoloji yardımı yapan sosyalist ülkeler yok. Ne var ki, ülkemizde alüminyum konusunda yatırıma ilgi duyan özel ya da yabancı sermayeyi bilen de, duyan da yok. Tersine büyük bir hırsla özelleştirilmek istenen Seydişehir işletmelerine ilgi duyan çokuluslu tekellerin niyetinin Seydişehir işletmelerini çalıştırmak değil, hammadde yataklarını dış satım yönünde işletmek olduğu görülüyor.

Krom’un dünya pazarlarındaki fiyat dalgalanmalarının etkisi altında yaşadığı güçlüklerden söz edip tüvenan olarak dışsatımının ağırlığını gidermenin yollarını önermemek olacak şey değil. Ülkemizdeki azlığından yakınılan ferrokrom tesislerinin hep kamu yatırımı olduğu; yerli ve yabancı sermayenin böylesi bir alana girmeye niyetli olmadığı; kamu kuruluşlarının ferrokrom tesislerinin içine düşürüldüğü durumu irdelemeden de ülke madenciliği tartışılamaz.

Demir yataklarında madencilik konusunda kamu kurumları kadar bazı özel yatırımcıların da on yıllardır işletmecilik yaptığı bir gerçek. Bir başka gerçek te, ülkenin demir çelik sektörünün ithal cevher ve hurda bağımlısı kılınması ve yeni yataklara arama yatırımlarının yapılmamakta oluşudur. Buradaki sorunun kamu mülkiyeti değil, ekonomik özendirme araçlarını kullanma becerisini gösteremeyen merkezi yönetimdir. MGS, merkezi yönetime bu bakımdan çok açık ve kesin görevler vermelidir.

Kamu yatırımının girmediği başka metal madenciliği alanlarında, örneğin çinko, kalay, mangan, özel kesimin ne yapabildiği ya da yabancı sermayenin neden olmadığı üzerinde düşünülmesi gereken bir konu.

Endüstriyel Hammaddeler alanında kamu yatırımlarının ağırlık taşımadığı çok açık. Bir iki küçük tuz işletmesi ve bor yatakları dışında bu alanda kamunun varlığı bile söz konusu değil. Ama, kamu yatırımları olmasa da bazı endüstriyel hammaddeler konusunda büyüklü küçüklü işletmelerin varlığı dikkati çekiyor. Manyezit, perlit ve pomza ile başlayan ve şimdi mermercilik, trona, kalsit, vb hammaddeler alanındaki bu çalışmalar hep dışsatım güdümünde hızla gelişiyor. Bunların arasında ikincil ürünlerin elde edilmesine yönelik bir endüstrinin kurulması çabaları çok zayıf. Bu yönü ile, kömür ve metal madenciliğindeki kamu kurumlarının varlığı ile tam bir karşıtlık oluşturuyor.

Endüstriyel Hammaddeler alanında bir başka işletme kategorisi de ülke içinde gelişen endüstrinin gereksindiği hammaddenin üretimi için yaşanan gelişmeler. Bu alandaki en tipik örnekler önce çimento hammaddeleri, sonra seramik hammaddeleri, yaygın olarak agrega ve yapı taşı, cam hammaddeleri, vb işletmeciliği. Bunun yüksek katma değer eldesine katkısı, yol gösterici olması gereken örnekler olarak ele alınmalıdır.

Belli ki, kamu kurum ve kuruluşları ülke madenciliği içinde gerektiği yerde varlar; olmamış olmaları durumunda ülkemiz bugünkü kadar bile gelişememiş kalacaktı; görünür bir gelecekte buna bir seçenek te yok; özelleştirmelerin tartışılmaz ve ayrıcasız bir zorunluluk olarak görülüp uygulanması durumunda ülkemiz madenciliğinin, dolayısıyla ulusal endüstrinin önemli bazı alanlarında ise, tam bir yıkım yaşanacak.

 

Özel Kesim :

Ülkemiz madenciliğinde yerli özel yatırımcıları ayrı kategorilerde ele almak gerekir.

Her şeyden önce yukarıda da biraz örneklendiği gibi madenciliği hammadde dışsatımcılığının bir ön aşaması olarak gören bir özel girişimci kesimi var. Bunlar, genellikle el yordamıyla dış pazarlar bularak çıkardıkları hammaddeleri dışarı satıp madencilik dışında kullanacakları birikimlere özeniyor ve başarabilenler bunu sağlıyor.  Bu alanda ne kullanılan teknoloji geliştirilebiliyor; ne yatırımlar geliştirilip çıkarılan hammaddelerin ülke içinde işlenip ikinci, üçüncü ürünler üretilmesi yoluna gidiliyor; ne de arama çalışmalarına ilgi duyuluyor. Bu işletmelerde cevher ya da hammadde yataklarının hangi koşullarda, ne etkinlikle ve kaynak ve çevrenin korunmasına yönelik ne denli özen gösterilerek çalışıldığı konusu iç açıcı değil.

Ya da, yabancı dışalımcıların ülke içinde başka alanlarda iş ilişkileri içinde oldukları girişimciler, kimi zaman ruhsat ve işletmeleri devir alarak kendileri bir işletme kurup; kimi zaman da çıkarılmış cevher ya da hammaddeleri toplayarak çalışıyor. Her iki durumda da çıkarılan cevher ya da hammadde ülke içinde işlenmeden, kayda değer bir katma değer elde edilemeden yurt dışına satılıyor. Elde edilen gelir sektör dışında kalıyor. Bu ekonomik etkinlik biçiminin kendi iç mantığı ne maden ve hammadde yataklarının ve ne çevre koşullarının korunmasında; ne aramayı hızlandırıp yeni yatakların ortaya çıkarılmasında; ve ne de madencilik sektöründe kullanılagelen teknolojinin ve sosyal sermayenin geliştirilmesinde olumlu bir katkı yaratamıyor.

Bir de, ya ülke içinde değişik alanlarda endüstri kuruluşlarına sahip şirket topluluklarının yapılarında madenciliğe de yer vermesi, ya da kısıtlı ölçüde de olsa madencilikten elde edilen gelirin bu sektöre yatırıldığı bazı özel yatırımların oluşturduğu bir öbek var. Bunlar, yakın zamana değin az sayıda şirket ya da şirketler grubunun fazla çeşitlenmeden yürüttükleri çalışmalardan oluşuyordu. Şimdilerde ise bunların hem teknoloji parkları büyüdü ve çağdaşlaştı; hem uluslar arası ilişkileri gelişti. Böylece, görünür geleceğin madenciliğinde söz sahibi olacak özel yatırımcıları da belirmeye başladı.

 

Yabancı Sermaye :

Üzerinde durulması gereken bir başka girişim öbeği olarak, ülkemize madencilik işletmeleri için sınırlı ölçüde gelen yabancı sermaye de var. Bunlar, hemen hemen kesinlikle, yalnızca son on yılda ilgi göstermeye başladı ülkemiz madenciliğine. 1980’den bu yana ülkemizde çoğu mermercilik için olmak üzere madenciliğe yatırım yapmak üzere izin alan 85 yabancı sermaye kuruluşu toplam 275 milyon dolar getirmeye söz vermiş. Bu miktar, ülkemize yönelen toplam yabancı yatırımın yalnızca %0,9’u.

Hepsi, çokuluslu şirketler. Güçlü bir sermaye yapıları var. Bu nedenle arama ve geliştirmeyi hızlı yapabiliyorlar ve hırslı bir politika izliyor, medyayı, kamu oyunu, kamu görevlilerini kendilerinden yana etkilemek için her yolu deniyorlar. Madenciliğin masaya yatırıldığı her platformda temsilcileri var ve sayıca bile ağırlık sahibi oluyorlar. Madencilik sektörünün meslek ve sivil toplum örgütlerini kendi yanlarında tutabilmek için ellerinden geleni yapıyorlar. Bu yüzden hazırlanan strateji metinleri, raporlar ve giderek yasa taslakları bile, ülke madenciliğinin genel sorunlarını irdeleyip çözüm önerileri geliştirmekten çok bu birkaç yabancı girişimcinin önündeki engelleri temizlemeye yöneliyor. Giderek, yerel halk, meslek örgütleri, akademisyenler, hukukçular, çevreciler ve yargı organlarına karşı ağır, yaralayıcı ve küçük düşürücü propaganda kampanyaları düzenliyorlar. Bu yalnız ülkemize özgü değil. Dünya Bankası ve öteki kuruluşların çabalarıyla az gelişmiş ülkelere dayatılan hammadde deposu olma rolü bütün dünyada benzer baskılarla sonuçlanıyor. Her yerde o ülke madenciliğinin yıkımı ve yerine çok uluslu madencilik şirketlerinin kapkaç işletmeciliğinin konması deneniyor. Bu sorun her yerde tartışılıyor[31], her yerde güçlü direnişler var. Ülkemizde de var kuşkusuz.

 

Elemeği Madencilik :

Son olarak, el emeği madenciliği, kazma-kürek madenciliği ya da uluslararası terimi ile “artizanal” madencilik üzerinde de durulmaya değer. Bazı ülkelerde önemli niceliklere erişen bu tür, emeğe dayalı madencilik ülkemizde pek yaygın değil. Yine de, bazı örnekleri var. Örneğin, lületaşı madenciliği, Şırnak’ta asfaltit madenciliği, Zonguldak’ta kaçak küçük taşkömürü işletmeleri, dağınık ve çok sayıda örnekle görünen agrega ya da taş işletmeleri, paket taşı işletmeleri hep bu düzeydeki madenciliğin örnekleri. Emek yoğun yanı ile doğru ve ulusal bir planlamanın ilgilenmeden geçmemesi gereken bir olgu.

 

Uyarıcı Gelişmeler

 

Ülkemizin çeşitli yörelerindeki yeni bir gelişme bu konuda bize önemli bir yol gösterdi; ışık tuttu. Bu, doğal taş işletmeciliğinde yaşanan büyük atılım oldu. Doğal taş işletmeciliği, ülkenin pek çok başka yöresinde olduğu gibi, Güneydoğu’da  bile çok sayıda girişimci eli ile ve kayda değer hiçbir özendirme görmeden hızla gelişiyor. Özendirme ne demek, pek çok konuda kamu yönetiminin yarattığı güçlüklerle boğuşa boğuşa geliştiriliyor. Bu işletmeciliğin zengin bir yeraltı kaynağımızı ülke yüzeyine ve değişik nüfus  kümelenmelerine yaygın biçimde dağıtılmış biçimde gelişmesi son derece önemli. Dahası, bunun yerli ve giderek yerel sermaye eli ile gelişmesi daha da önemli. Gelişmenin bir bu kadar önemli bir başka yanı da çıkarılan hammaddenin, taş bloklarının o çevrede işlenmesi ve çıkarıldığı şekli ile olduğu gibi, işlenerek te dış satıma sokulması; bunun yanında iç pazarda da önemli ve ülke yüzeyine yaygın bir pazara sunulması. Bundan iyisi, başka hiçbir üretim kesiminde görülmeyen biçimde, bu işletmeciliğin gerektirdiği çıkarma ve işleme makinelerinin ve teknolojisinin de artık ülkemizde üretilmesi. Giderek bunların da dışsatımının yapılması kalkınmanın hangi yollarla gerçekleştirilebileceğini çok iyi örnekleyen bir gelişme. Burada, dile getirilen sayılar çok çarpıcı. Doğal taş işletmeciliği artık maden dışsatım gelirimizin tamamından daha çok dış satış geliri sağlıyor. Bütün madenciliğin sağladığı istihdam olanağından kat kat fazla istihdam sağlıyor. Makine endüstrisini kışkırtıp başka kesimlerde karşılaşılmayan bir katma değer yaratıyor. Bütün bunlar, binlerce girişimle; ülke yüzeyine dağılmış çok sayıda girişimci eli ile sağlanıyor. Kazançlar binlerce kanalcıktan ülke ekonomisini besliyor ve geliştiricilik taşıyor.

İşte, bu nedenlerle endüstriyel hammaddeler sektörünün geliştirilmesinin ülke ekonomisine, kalkınmaya ve gönence olumlu katkısının olmasının; ancak, yaygın bir girişimcilikle, küçük ve orta ölçekli işletmelerin desteklenmesiyle, yabancı sermayeden ve özellikle çokuluslu tekellerin tekil ve büyük işletmelerinden kaçınılmakla olanaklı olacağı anlaşılıyor.

Bir Kanada, bir Avustralya, bir İngiltere madenci şirketi dünyanın en büyük bakır, dünyanın en büyük altın yatağını ülkemizde işletse, doğal taş, pomza, yapı taşları, endüstriyel kille ve başka minerallerin yerel işletmecisi girişimcilerimizin ülkemize kazandıracaklarını sağlayamayacak.

Bu gözle bakılınca bugünkü ilişkiler sisteminde bile madencilikte neyin özendirilmesi ve desteklenmesi gerektiği de çok açık biçimde ortaya çıkıyor.

 

Küreselleşmeci Saldırının Son Aşaması

 

Ancak, ne yazık ki, TBMM’nde ilgili Komisyonlarda görüşülmekte olan ve ETKB bürokrasisinin istediği gibi çıkarılması için yoğun çaba gösterilen Maden Yasası değişiklik tasarısında bu anlayış yer almıyor. Bu önemli; çünkü artık doğal taş işletmeciliği de, tartışma götürmez biçimde taş ve kum-çakıl ocakları ile birlikte Maden Yasası kapsamında yer alacak. Taslak, son biçimi ile yasalaşırsa her türlü çevre ve koruma engeli kaldırılıp akıl almaz teşviklerle desteklenen yabancı yatırımcılar denetimsiz biçimde çalışabilecek.

Ancak, Tasarı’nın en vahim yenilikleri, kamu eli ile işletilen ve öteden beri çokuluslu şirketlerin ve yerli savunucularının gözleri üzerinde bulunan Zonguldak Kömürleri ile Bor sahalarına yönelik. En çok 5 yıl sonra Etibor’un her nasılsa unutacağı, ya da gözünden kaçıracağı bazı rezervler 2840 sayılı yasa değişmeden yabancı özel şirketlerin (kuşkusuz Rio Tinto’nun) eline geçecek.

Oysa, ne varolan yasada, ne de istenen değişikliklerin içinde olmayan bir çok ilke ve kural var ki, bunlar ülke çıkarları açısından çok daha önemli. Bunlara da bakmak gerekli. Görüşülen tasarıda,

·            Maden yataklarının akılcı madencilik ölçüleri ile işletilmesini sağlamaya;

·            Ülkenin gereksindiği madenlerin aranmasının özendirilmesine;

·            Tüvenan olarak dışsatıma yönelik madenciliğin caydırılmasına;

·            Ülkenin stratejik çıkarları açısından önem taşıyan madenlerin üretiminin

  kamu çıkarı açısından planlanmasına;

·            Maden ürünlerinin işlenerek ikinci ve üçüncü türev ürünlerinin ülke içinde

  elde edilmesinin sağlanacağı endüstrilerin özendirilmesine;

·            Korunacak maden havzalarını belirlemeye;

·            Madenciliğin gerektirdiği teknoloji ve donanımların ülke içinde üretiminin

  özendirilmesine;

·            Küçük ölçekli elemeği madenciliğinin geliştirilmesi ve desteklenmesine;

·            Madencilik işletmelerinde çalışan işçiler ve çevre halkının sağlığını

  korumaya yönelik önlemlerin alınmasına,

yönelik yaklaşım ve denetim kuralları yok.

 

Ne yazık ki, bu Tasarı’nın yaklaşımı, dünyadaki gelişmelere bütünü ile ters. Bunlara benzer uygulamalar hemen hiçbir ülkede yok. Gelişmiş ya da az gelişmiş ülkelerin hemen hepsinde, büyük ve küçük madencilik ayırt edilip, büyük madencilik giderek artan kısıtlamalarla, toplumsal, doğal ve kültürel çevreyi giderek daha sıkı korumaya yönelik önlemlerle yapılıyor. Buna karşılık elemeği ve küçük ölçekli madencilik, yaygın madencilik, istihdam ve ülke içi katma değer yaratan madencilik özendiriliyor. Yani bizim yok etmeye çalıştığımız ne varsa dünyada özendirilmeye, yönlendirilmeye çalışılıyor.

 

YERALTI KAYNAKLARI EKONOMİSİNİN ÖZELLİKLERİ

 

Yeraltı Kaynaklarının Bilinmesi ve Bilançosu

 

Yer altı kaynaklarından da yararlanarak bir kalkınma çabasına girişilecek bir ülkede bu kaynakların bulunması, bilinmesi ve düzenli olarak yenilenecek bilançosunun hazırlanması gerekir.

Küresel kapitalizmin böyle bir kaygısı yok. Planlama, çokuluslu şirketlerin karargahlarında yapılıyor. Onlar da, dünyanın değişik yerlerine ilişkin temel bilgileri topluyor, geleceğe yönelik planlar yapıyor, kendi kazançlarını en yükseğe çıkaracak sıralamalar, öncelikler ve programlamalar yapıyorlar. Onlar için, maloluşların en aza indirilmesi için alınacak her önlem yerinde. Pazardaki fiyatların salınımlara bağlı olarak işletmeleri durdurmak, kapatmak ya da tekniğin ve mühendisliğin uyarılarına aykırı biçimde aşırı üretime sokmak ta onlar açısından mubah. Göz diktikleri ülkelerin biriktirdiği temel bilgileri , her yoldan (!) ele geçirmeye, bunlara bir başkasının ulaşmasını engellemeye çabalıyorlar. O ülkelerde kamu yatırımlarının, kamu denetiminin ve çevre koruma önlemlerinin zayıflatılması da, onların bu kırılgan varlıkları için yaşamsal bulunuyor. Gittikleri ülkelerin kamu yatırımlarının özelleştirilmesini, araştırma kurumlarının kapatılması ya da parçalanmasını, her türlü bilginin kendilerine açılmasını istiyorlar[32]. Ama kendilerine ilişkin konularda tam bir kapalı kutu, bunlar. En kritik bilgileri saklıyor, ya da yalan bilgi veriyorlar. Borsalarda yarattıkları skandallardan ötürü doğru ve ayrıntılı bilgi vermek zorunda kaldıkları borsa kayıtlarından başka bir bilgiye ulaşılamıyor.

Çokuluslu şirketlerin kendi gelişmelerini, geleceğe yönelik karar süreçlerini doğru bilgiye dayandırmaları ne denli ussal görünüyorsa, bir ülkenin kalkınmasının önemli girdilerinden olan hammaddelerini nerelerden sağlayabileceğini öngörüp, planlayıp, programlayabilmesi de bundan daha gerekli, yerinde ve yaşamsal değil mi? Böyle ise, bu sosyalist üretim ilişkilerinin ve planlamanın uygulanacağı bir ülke için elbetteki vazgeçilmez bir görev. Bu olanaklı. Küresel kapitalizmin metropol ülkeleri, bütün ideolojik savlarına karşı böylesi merkezi bilgi derleme ve değerlendirme çalışmalarını yapıyor. Bunun için kurumsallaşmışlar. ABD, Kanada, ve Avustralya gibi ülkeler bu konuda başı çekiyor. ABD’nde USGS ülkelerindeki tüm yeraltı kaynaklarının rezerv ve kalite dağılımı bilgilerini derliyor. Kısmen yayınlıyor da. Ulusal Muhasebe Ofisi de her yıl yenilediği ulusal sermaye hesaplamalarında yeraltı kaynaklarının değerini hesaplayıp artışları ve eksilişleri biraz kamuoyunun, daha çok ta karar vericilerin bilgisine sunuyor; ki, serbest pazar ilişkileri içinde bile olsa yeni arama ve geliştirme yatırımları daha ussal yönlenebilsin. Ama, bunu az gelişmiş ülkelerden esirgemek için de her yolu deniyorlar. DB ve IMF ile bu yönde çalışabilecek kurumları yok etmek üzere baskı uyguluyor ve beyin yıkamayı sürdürüyorlarken kendi ülkelerinde izledikleri yol değişik. Bununla da yetinmeyip örneğin USGS’in yaptığı gibi bütün dünyanın yeraltı kaynaklarıyla ilgili bilgi derlemeye ve bilançolar çıkarmaya başladılar. Sosyalist ekonomiler geleceklerini planlayabilmek üzere yeraltı kaynakları bilgilerini üretmek, derlemek ve bundan sonuçlar çıkarabilmek için kuşkusuz, kendi zayıflıklarını böylesi yollarla kapatmaya çalışan emperyal kapitalist ülkelerden daha işler daha çeşitli ve daha ussal çalışacak araçlara sahip. Merkezi planlama kamu eli ile bilgi üretmeyi, bunları doğru ve eksiksiz derlemeyi ve hele bu bilgilerden yaşama doğru yol göstermeyi eksiksiz başarabilecek bir araç.

Ülkemiz, böylesi bir uygulama için çok ta uygun bir ölçekte. Bunu, geçmişinde denemiş ve çok ta başarılı olmuş bir ülke. Önce MTA ve Etibank; sonradan da, KBİ, Çinkur, Seydişehir, Erdemir, Mazıdağı, vb kurumlarıyla böylesi bir ülkenin kalkınmasında böylesi bir bilgi altyapısının ne denli önemli ve etkili olduğunu yaşayarak öğrendik, biz.

Yeniden yaşayabilmek, sosyalist ekonominin başarılı planlanmasına katkıda bulunmak üzere, bunca yıkım ve çürümeden sonra, bugün bile zengin bir veri dağarcığımız olduğu bir gerçek. Daha çok ve özellikle çağdaş bilgi ve tekniklerle yeni arama ve araştırma çalışmaları yapmayı gereksineceğimiz açık. Ancak, yenilenmemiş te olsa, dağıtılmış, değerlendirilmemiş, dışarıya sızdırılmış ta olsa yeraltı kaynaklarımıza ilişkin değerli ve başlangıç için açıkçası yeterli bilgi ve veri dağarcığımızın bulunduğundan kuşku duyulmamalı.

Bundan sonrası için ise, MTA’nın eski, başlangıçtaki olumlu ve son onyıllardaki olumsuz  deneyimleri de göz önüne alınarak yeniden yapılandırılması; merkezi planlamanın önemli bir aygıtı durumuna getirilmesi gündeme getirilmeli.

Bu yolla üretilecek ve işlenecek bilgilerle ekonomiye sunulacak kaynaklarınsa geçmişte başarıyla denediğimiz kamu yatırımcı kuruluşlarının yeniden canlandırılması konusu.

 

Doğal Sermayenin Korunması

 

Yeraltı kaynakları, yeraltısuyu ya da jeotermal enerji gibi yenilenebilir birkaç tipik örnek dışında, tükenen kaynaklar. Çıkarılan ve işlenerek ya da ham olarak ekonomiye sunulan bu kaynaklar bir daha yerine konamıyor. Bir demir yatağı, bir bakır yatağı, ya da bir başkası milyonlarca yılda zenginleşip birikerek oluşurken on, bilemediniz 20 yılda bir daha yerine konamayacak şekilde tüketiliyor. Bu nedenle, ülkelerin gözü gibi sakınarak işletmesi gereken birer kaynak bunlar. Doğal sermeyenin korunarak, olabildiğince sakınılarak, savrukluk etmeden tüketilmesi gerekli. Bunun ilk yolu, ancak ekonominin gerektirdiği miktar ve özelliklerdeki hammaddenin çıkarılması. Yerine yeniden konamayacağına göre ülke ve dünya ekonomisine göre oldukça küçük ekonomik birimler olan çokuluslu ya da yerel şirketlerin kısa ömürlü beklentilerinin karşılanması uğruna, pazardaki salınımlara[33] göre en az ya da en çok üretimleri değil; ülke ekonomisinin isterlerine göre düzenli, planlı ve salınımları yumuşatılmış üretim programlarıyla çıkarılan kaynaklar, bir anlamda korunan doğal sermaye kaynakları olarak kabul edilebilir. Serbest Pazar ekonomisinin bunu sağlama yönünde çalışabilecek araçları yok. Hele küreselleşen kapitalizmin, bu yönde hiçbir ussallığı söz konusu değil. Ancak, sosyalist üretim ilişkileri ve planlama doğal sermayenin gerektiği zamanda ve gerektiği kadar ve şekilde çıkarılmasını sağlayabilecek insanlığın ortak aklı ve bilgi ve beceri birikimini kullanabilecek esnekliğe sahip.

Doğal sermayenin korunmasında işlemesi gereken bir başka süreç daha var. Yeraltı kaynakları, ancak biz onları bulup, yeterince tanıyabilecek denli bilgi ürettiğimiz zaman bir sermaye, doğal sermaye durumuna dönüşüyor. Yoksa, habersiz ve bilgisiz olduğumuz bir yeraltı kaynağının sermaye niteliği de yok, ekonomik değeri de. Dünyada sık sık yinelenen kestirimlerle hangi kaynağın ne kadar sürede tükeneceği öngörülmeye çalışılır. Belli bir dönem sonrasında yinelenen bu kestirimlerle çeşitli kaynakların tükenme ömürlerinin kısalma yerine, çoğu zaman uzadığını görmek şaşırtıcı olabiliyor. Kuşkusuz, yeryuvarının kabuğundaki ekonomik değerdeki zenginleşmeler, maden ve hammadde yatakları sınırlı ve yenilerinin oluşması süresi, bizim tüketme hızımızın yüz binler, milyonlarca katı daha yavaş. Bu nedenle, bu kaynaklar gerçekten de sınırlı ve çoğu kıt. Ancak, gelişen arama ve işleme teknolojisi daha önce işletilemeyecek sanılan kaynakların da artık işletilebilir olmasını; daha önce eldeki tekniklerle erişilemeyen yerkabuğu kesimlerine ulaşılabilmesini; daha önce kullanılamayan tekniklerle yeni yatakların tanınabilmesini sağladığı için de, bildiğimiz kaynakların tükenme hızı, şimdilik yenilerini bulma hızımıza erişemiyor. Küresel kapitalizmin kaotik işleyişi işte burada önünü kesiyor doğal sermayesini koruma gereğinin. Çünkü, kapitalist üretim sisteminde işletilen yatakların yerine yenilerini bulmak, yine işletmecinin kazancından aramaya ayırması beklenen önemli paylara ve ileriyi gören çabalara bırakılmış. Birçok şirket bu konuda aymazlık içinde. Çağdaş teknikler ve programlarla arama yapmak yerine, hazır bilgileri el altından elde ederek yeni yataklar bulmak ve ülkeden ülkeye taşıdıkları işletme girişimleri ile varlıklarını en üst düzeyde kazançla sürdürmek eğilimindeler. İsteseler de bazen doğrusunu yapmak ellerinden gelmiyor; çünkü, aşağıda irdeleneceği gibi madencilik kesimi pazardaki sürekli düşen ve şiddetle salınan Pazar fiyatlarından ötürü, zorda kalınca ilk önce  geleceğe yönelik yatırımlarından vazgeçiyor. Bu yüzden kapitalist dünyada yeraltı kaynaklarının arama ve geliştirilmesine ayrılan yatırım toplamı hızla düşüp hızla yükseli,yor, düzenli bir eğilimi yok. Ağırlıklı olarak kamu kurumları eli ile madencilik yapılan bazı azgelişmiş ülkelerde de, nokta kaynaklardan gelen büyük rantların geleceği göremeyen yönetimlerin başka sorunlarının çözümünde kullanması nedeni ile arama ve geliştirmeye gereken yatırımın yapılmamış ve ülkelerin bu alandaki üretiminin sürdürülebilirliğinin tehlikeye düşürülmüş oluşunun örnekleri çok. Kısacası, doğal sermaye çıkarma ve işletmelerle tüketildikçe bunun yerine yenisinin konması için çağdaş bilimsel ve teknik bilgi birikimi kullanılarak arama ve geliştirme programlarının uygulanması gerekli. Bu şirket bazında, o şirket için önemli olabilir; ya da olmayabilir. Ama, ülke ekonomileri için bunun ne denli yaşamsal olduğu ortada. Öyle ise, bunun kamu eli ile yönlendirilmesi; daha doğrusu, doğrudan kamu eli ile yapılması gerekli. Sosyalist planlama bu gereğin yerine getirilmesini karşılamada da, biricik ussal araç gibi görünüyor.

Doğal sermayenin korunması açısından çok önemli bir başka konu da, bilinen bir yeraltı kaynağının işletilmesi sırasında kaynağın olabilecek en büyük bölümünün çıkarılması ve yeraltında olabilecek en az miktarda hammaddenin bırakılmasıdır. Hiçbir yeraltı kaynağı sınırları kesin, bu sınırlar içinde birörnek değildir. Cevher ya da hammaddenin içine yerleştiği anakaya ile sınırları çok düzensizdir. Üstelik cevher ya da hammaddenin tenörü (üretimi amaçlanan ögenin toplam hacim içindeki oranı) de yanal ve düşey olarak çok değişkendir. Bu nedenle, işletme sırasında çıkarılan cevherin ortalama tenörüne bakılır. Cevheri istenen ortalama tenörde çıkarabilmek için ona ulaşabilmek ve bunun için de içinde cevher olmayan önemli miktarda bir ana kaya hacminin de kazılarak çıkarılması gerekir. Buna bir de, cevherin farklı bileşimler içinde başka mineral ya da elementlerle farklı bağlar içinde olması nedeni ile üretilmesi amaçlanan metal ya da han-maddenin yeraltından çıkarıldıktan sonra bir işlem süreci, metalurjik uygulamalar gerekir. Bu da, bazı cevherlerde kolay ve ucuz; bazılarında ise, oldukça karmaşık ve dolayısıyla pahalı olur. Bütün bunlar çıkarma ve üretim maloluşunun işletmeden işletmeye çok farklı olmasına neden olabilmektedir. Bunu en aza indirebilen şirketler başkalarına kıyasla önemli rantlar sağlayıp öne çıkabilir; ötekiler de serbest pazarın araçlarıyla bertaraf edilebilir.

Ama, bunun toplumsal yararından söz etmek olanaksızdır. Bir yandan, işletmeler “cut off grade” denilen, seçilen en alt tenör sınırı ile cevherin ne kadarının yeraltından çıkarılacağı ve ne kadarının da yeraltında bırakılacağına kendilerine karar vererek ulusal doğal sermayenin ne kadarının yer altında bir daha işletilemeyecek şekilde bırakılıp telef edileceğini belirlemekte; bir yandan da güçlükleri en az olan işletme ve yataklar işletilip ötekiler üretim dışı kaldığı için de, ülkenin doğal sermayesi konusunda topluca kararlar verme olanağı kullanılamamaktadır. Küresel kapitalizm, bunu bütün dünyaya yayarak kayıp ve telefi daha da yaymaktadır. Serbest Pazar ilişkilerinin buna getirebileceği bir çözüm, bir umar yok. Bunun çözümü, insanlığın ortak aklı olan bilim ve teknolojiyi kullanarak önce ülkeler ve sonra dünya ölçeğinde bir planlama sürecini yaşama geçirmek ile, sosyalizm ile olanaklı.

Özetlemek gerekirse, dünya ve ülke düzeyinde tükeneceği kuşkusuz olan yer altı kaynaklarını ussal bir şekilde işletebilmek; işletilenlerin yerine yeniş yataklar bulabilmek; ve işletilen yatakların son gramına kadar çıkarılması ve yeraltında olabildiğince az cevheri bırakabilmek için insanlığın bilgi ve birikimini kullanabilecek tek ussal araç, sosyalist planlama ve kamu girişimleri.

 

Doğal Sermayenin Ussal Dönüştürülmesi

 

Doğal sermayenin bir ögesi olan yeraltı kaynakları çıkarılarak işletildiğinde doğrudan kullanılabilir olan türleri çok az. Bunlar, mutlaka metalurjik yöntemlerle işlenip zenginleştirmeyi, arıtılmayı ya da bileşenlerinden ayrılıp yeni bileşiklere dönüştürülmeyi gerektiriyor. Dahası, bunlar biraz daha işlenip yeni bileşikler üretildiğinde ekonomiye doğrudan sunulma olanağı arttığı gibi, değeri de çok artıyor.

“Ülkemizde otomotiv ve beyaz eşya sektörünün,  kurulu üretim kapasitesini tam kullandığı varsayımına göre yıllık çelik saç ve demir döküm gereksinimi 1.000.000 ton düzeyinde ve bu tür ürüne dönüştürülmüş çeliğin ekonomideki değeri 10-12 milyar USD mertebesindedir. Oysa, aynı miktarda demir-çeliğin metalurji tesislerinden çıkış bedeli  0,5 milyar USD civarındadır. Bir milyon ton çeliğin üretimi  için gerekli olan yaklaşık iki milyon ton demir cevherinin toplam bedeli ise sadece 60-70 milyon USD’dır. Görülüyor ki demir cevherinin değeri metalurji ile 7-8 katına, otomobil, beyaz eşya gibi uç-ürünler ile de 150-200 katına çıkarılabilmektedir.

Aluminyum cevheri olan Boksitin  maden pazarında geçerli fiyatı, kalitesine bağlı olarak 40-50 USD/ton arasında değişiyor. Bir ton metal aluminyumun üretimi için gerekli olan 4,5–5 ton boksitin madencilik değeri 200-250 USD, metalinin satış fiyatı ise 1500-2000 USD/ton’dur. Metal aluminyumun Titanyum, Mağnezyum gibi elementlerle alaşımlanıp, örneğin uçak gövdesi gibi ürünlere dönüştürülmesi durumunda da 300-500 kat değerlendiği görülmektedir.”[34]

Bu örnekler hemen bütün yer altı kaynakları için verilebilir.

Oysa, azgelişmiş ülkelerin hepsine olduğu gibi ülkemize de biçilen rol, hammadde deposu olmasıdır. Bunu aşmaya çalışan ülkelere çıkarılan güçlükleri ülkemiz alüminyum, fosfat, bor, demir-çelik işleme tesislerini kurmaya kalktığında ağır biçimde yaşadı.

Sonuçta pek çok dünya ülkesi ile birlikte hammaddesini dışarı satan; bunların işlenmiş ürünlerini almaya zorlanan konumda kalıyoruz. Örneğin, ülkemizde üretilen metallerin dünyaya kıyaslanması, bu arada nüfusumuzun dünya nüfusuna oranı anımsanarak bakıldığında hiç te iç açıcı değil.

Ülkemizde üretilen başlıca metallerin Dünya üretimi ile mukayesesi ve yaklaşık miktarları dünya üretiminin %0,07’si ile %2,0’si arasında değişiyor.

Metal                             Dünya üretimi (t/y)       Türkiye üretimi (t/y)    Dünya’ya göre (%)

 

Çelik                                 700 milyon                              14  milyon                      2,0

Demir-çelik döküm             80     ,,                                      1    ,,                            1,25

Aluminyum (primer)          25     ,,                                     60.000                           0,24

Bakır  (primer)                   12      ,,                                     35.000                           0,29

Çinko (primer)                     7,5   ,,                                     30.000 *                        0,40*

Kurşun                                 5       ,,                                       4.000                          0,08

Nikel                                    1       ,,                                            -                                 -

Antimuan                            80.000                                       1.100                            1,4

Gümüş                                16.000                                          120                            0,7.

Altın                                     2.500                                             -                                -

Civa                                      ?                                                     -                               -

 

Kalkınmayı düşünen bir ülkenin bu duruma katlanması olanaklı değil. Bu zorlamanın söz konusu ülkeleri nereye sürüklediği, giriş bölümündeki değerlendirmede açıkça ortaya çıkmıştı. Demek ki, yeraltı kaynaklarını  kalkınma çabalarının hizmetine vermek isteyen bir ülke çıkaracağı yeraltı kaynaklarını mutlaka daha ileri ürünlere dönüştürme, kendi sistemi içinde katma değer yaratmak zorunda. Küreselleşen kapitalizmin az gelişmiş ülkelerde buna rızası ve sabrı yok.

Öte yandan, bu dönüştürmenin de ussal yollarla, çağdaş bilgi ve teknolojiye dayandırılarak yapılması gerekli. Bu özellikle, özellikleri sınırsız değişkenlik gösteren yeraltı kaynakları için geçerli. Ülkemiz bu açıdan çarpıcı örneklerle dolu. Uludağ Wolfram, Mazıdağı Fosfat ve Kayseri Çinkur tesisleri yanlış seçimler, üretemeyen teknolojiler ve belki de sabotajlardan ötürü çalıştırılamayan kuruluşlar. Bu kadar ileri gitmese de başka örnekler de var. Ülke ekonomisinin bu kadar sık yinelenen yanlış projelere dayanması beklenemez.

Uygun bir planlama, doğru bir fizibilite, doğru ve yeterli bilgi donanımına dayalı projelerle yeraltı kaynaklarının ussal dönüşümü sağlanabilir. Küresel kapitalizm bunun önündeki en büyük engel. Doğrudan engeller işlemediği zaman da, gizli ve sinsi yollarla projelerin başarısızlığı sağlanmaya çalışılıyor.

Oysa, doğru projelerin planlanması ve yaşama geçirilmesi için en uygun ortamın sosyalist planlama olduğu çok açık.

 

Gelişmişlik ve Hammadde Tüketimi

 

İngiltere, Lancaster Üniversitesi’nden Richard M. Auty, 1999’da UNCTAD için hazırladığı “The Geopolitics of Mineral Resources”[35] başlıklı yayınında, 1950-1973 arasının ekonomik büyümenin “altın çağı” olarak adlandırılabilecek parlaklıkta olduğunu; 1973 sonrasındaki on yılın ise, İkinci Dünya Savaşı sonrasında egemen olan madene talebin kırıldığı ve sektörün gerilemeye başladığı bir dönem olduğunu ortaya koyuyor. OECD’nin 1980’de yaptığı bir kestirimle 2000’de dünya çelik talebinin iki katına çıkıp 1,4 milyar ton olacağı öngörülmüşken, daha 1996’da bile bunun 700 milyar tonun altında kaldığı görüldü. Alüminyuma olan istemin on yılda %50 artacağı öngörülmüşken bu artış beklenenin yalnızca %16,5’u kadar olabildi. 1973’ten sonra ulusal gelirlerin içinde hammaddelerin yoğunluğu düşmeye başladı. Dünyada çinkonun ulusal gelirler içindeki yoğunluğu 1973 öncesinde yılda %0,4 artar iken, izleyen yıllarda bu yoğunluk önce ortalama % -2,7 ve daha sonra ortalama % -1,6 azalmaya başlamış. Nikel’deki değerler, %1,2; % -0,9; ve % -1,0. Bakırda, % -0,3; % -1,1; ve % -1,8 olan yıllık ortalama değişim oranları, alüminyumda ise %4,2; % -0,5; ve % -1,4. Hemen her metalde, her hammaddede kullanım yoğunluğu, bir yandan azalan kalkınma hızlarına ve bir yandan da endüstrinin gelişmesine koşut olarak düşme eğiliminde. Ulusal gelirlerin artışının doğal sermaye ile bağı kopuyor. Madenlere olan talep az gelişmiş ülkelere kayıyor. Gelişmiş ülkeler yeni ve önceki doğal gereçlerin yerini alan gereçlere yöneliyor. Madencilik ürünlerinde kronik arz fazlası, ve buna bağlı sürekli fiyat düşüşü yaşanmaya başlıyor.

Hotelling’e göre, yeraltı kaynaklarının rezervleri bu kaynakların kendisi ya da bundan üretilen maddelerin yerine kullanılabilecek maddeler bulunana kadar gecikecektir. Başka bazı yazarlarsa, pazarın iyi çalışmaması yüzünden rezervler tükenene kadar maden fiyatlarının artmayacağını ileri sürmekte. Dolayısıyla, en uygun üretim düzeyinin gerçekleştirilebilmesi için  bir çeşit toplu karar vermenin gerçekleştirilmesi gerekmektedir.[36] Bunu ise, küresel kapitalizmden beklemek boş.

Öte yandan, ekonomilerin gelişme sürecinde önce artan hammadde ya da enerji kullanımı yoğunluğunun, gelişmenin ileri aşamalarında düştüğü belirlenmiş[37]. Kuznetz Eğrisi olarak adlandırılan gösterimde, kişi başına gelir artarken Ulusal Gelir içindeki doğal kaynakların payının önce artıp sonra düştüğü ortaya konuyor[38].

Örneğin, gelişmiş ülkelerdeki çelik kullanım yoğunluğunun artış hızının 1960-1973 arasında %0,6’dan 1979-1987 arasında % -2,7’ye; aluminyumda %4,2’den % -1,4’e; bakırda % -0,3’ten % -1,4’e; kurşunda % -0,9’dan %2,5’a; çinkoda %0,4’ten % -1,6’ya; ve nikelde % 1,2’den % -1,0’e düştüğü hesaplanmış[39]. Bu düşüş az gelişmiş ülkelerde pek belirgin değil; artışlar bile görülüyor. Benzer şekilde enerji kullanım yoğunluğu incelendiğinde de İngiltere’de 1880’lerde, ABD’nde 1910’larda, Almanya ve Fransa’da 1920’lerde ve Japonya’da 1950’lerde 0,5-1,1 düzeylerinde doruğuna ulaşıp sonra düşüşe geçen Ulusal Gelir toplamı içindeki enerji kullanımı yoğunluğu 1990’lı yıllara doğru 0,4’ün altına düşmüş. Eğri hepsinde ters “U” biçiminde. Ancak, geri kalmış ülkelerde bu oran yeni yeni yükselmeye başlamış ve şimdilerde de yükselişini sürdürüyor[40]. Reddy and Goldberg(1990)’a göre azgelişmiş ülkeler de kalkınma süreçlerinde, gelişmiş ülkelerin ulaştığı enerji ve hammadde kullanım yoğunluğunu yaşamadan, daha düşük doruklardan sonra inişe geçebilecek. Bu gerçekler, geleceğe yönelik kestirimlerde yanılmanın nedeni olsa gerek. Bu saptamaların açık bir sonucu hammadde kaynaklarını kapitalist üretimle bugüne değin yapıldığı gibi hırsla tüketmenin gereklerinin zayıfladığı ve bu kaynakların ussal ve planlı kullanımı için daha elverişli bir teknolojik düzeye erişilmiş olduğu. Bir başka yanı ise, azgelişmiş ülkelerin yeraltı kaynaklarını talana yönelen küresel kapitalizmin bu alanda beklediği kârlılığı kolay kolay bulamayacağı.

Bu nedenlerle, ülkelerin kalkınmalarını, yeraltı kaynaklarını planlı ve tutumlu kullanarak gerçekleştirebilmeleri için tek uygun seçeneğin sosyalist planlama olduğu bir kez daha ortaya çıkmakta.

 

Yerine ve Yeniden Kullanım

 

Benzer bir başka süreç, gelişen teknoloji ile fiyatı artan ya da kıtlaşan yeraltı kaynaklarının yerine, ya da ancak bunlarla üretilebilen ürünlerin yerine başka hammadde ya da ürünlerin geçmesi. Dünyada giderek artan bir hızla artıyor, bunun örnekleri.

En tipik örneklerden biri bizim başımıza geliyor. Sözde kamulaştırılmış bir yeraltı kaynağımız olan; ancak, dünya pazarına sürülmesinde biricik rakibimiz olan Rio Tinto’nun gölgesinde ve onunla birlikte abartılmış fiyatlarla pazarlanan bor ürünlerimizi hammadde olarak kullanan sektörler, bunların yerine yeni girdilere kayıyor. Bor’un bugünkü tüketiminin %19’unu kapsayan deterjan endüstrisinde perboratların yerine daha ucuz ve çevre açısından yeğlenen perkarbonatlara geçiliyor. Trona bazlı deterjanlar pazara girmiş durumda. Yine dünyada en büyük yataklarına sahip olduğumuz tronaların yerli görünümde bir aracının eli ile çokuluslu tekellerin denetimine geçmiş olması da bunu kolaylaştırıyor. Bor’un %11’inin tüketildiği seramik sektöründe, fosfat gibi başka cam yapıcı bileşenler kullanılmaya başlandı, bile. Bor tüketiminin %31’inin yapıldığı fiberglas endüstrisinde ise borun yerini uzun zincirli karbon bileşikleri ya da plastikler alabilecek. Ülkemizin dünyada bor tüketiminin azalması değil artmasında çıkarı var. Taşıtlarda hidrojen taşıyıcı olarak borun kullanılması beklendiği gibi tüketimde önemli bir artış getirmeyecek; çünkü, bor burada taşıyıcı ve yeniden ve yeniden kullanılacak. Bor tüketimi büyük ölçüde artmayacak; ama, bu teknoloji büyük getiriler sağlayacak geliştiren ve satana. Bora stratejik bir önem yükleyen zırhlarda ya da roketlerde kullanımının tüketimdeki payının küçük kalacağı da açık.

Yeniden kullanım hemen bütün hammaddeler için bir tehdit. Bu kaynakları işleten çokuluslu şirketler için bu yaşamsal önem taşımıyor; çünkü, üretim alanlarını çeşitlendiriyor ve öteki kaynakların çıkarılmasına da yatırımlar yapıyor. Ancak, bu kaynaklarından yararlanma olanağını yitirmemek isteyen ülkeler için bu sürecin önlenmesi ya da geciktirilmesi çok önemli. Bu nedenle, endüstrilerini ve kalkınmalarını sahip oldukları yeraltı kaynaklarına dayandırarak gerçekleştirmeleri küresel kapitalizmin dayattığı ilişki ağı içinde olanaksız. Buna öncülük edenler için kaynağın hangisi ve nerede olduğu önemli değil. Onlar için önemli olan, kârların en yükseğe çıkartılabilmesi. Buna elverişli yeraltı kaynağına ve bunun için kendilerine sınırsız olanaklar sunan topraklara yönelirler. Ama, ülkeler için kazançlı yol, sosyalist planlama ile küresel kapitalizmin dayattığı yolun dışında bağımsız ve üretken bir yol izlemek.

Yeraltı kaynaklarını tehdit eden benzer bir başka gelişme de, yeniden kullanım. Kullanım yoğunluğu azaldıkça ve kullanılmakta olan ürün miktarı arttıkça kullanım alanı dışına çıkarılan ürünleri kuran hammaddelerin hurda olarak işlenmesi ve yeniden kullanımı da önemli oranlara çıkmaya başladı. Akıl almaz bir hızla artan atıkların yarattığı çevre sorunları da, yeniden kullanımı gündemin önüne oturtuyor. Küresel kapitalizm, bu yönelmeyi ancak zorda kalınca yaşayabilmiş ve yenileri için de pek gönüllü değil.

Bu eğilimi baştan kestirebilecek, planlı bir biçimde geliştirebilecek ve ekonomi için en uygun üretim bileşimini yaşama geçirebilecek güç kamu erki ve bunun yaşama geçirilebilmesi için en uygun araç ta, merkezi planlama. Bu ancak sosyalist ekonomi ilişkileri ile yıkıcı değil yapıcı bir yönelim olur.

 

Yeraltı Kaynaklarını İşletmenin Çevresel Bedelleri

 

Yeraltı kaynakları, bulundukları yerden çıkartılarak işletilebiliyor. Bu ise, bir yandan asıl cevhere ulaşabilmek için önemli bir kaya kütlesinin kazılıp çıkarılması ve bir yerlerde depolanmasını; bir yandan, cevherin çıkarıldıktan sonra birlikte bulunduğu işe yaramayan kayadan fiziksel, mekanik ya da kimyasal süreçlerle ayrılmasını ve artıkların bir yerlerde depolanmasını; ve bir yandan da kullanılan kimyasallar, öğütülen kayaların tozları ve işletme için yeraltından çekilen suyun çevreye atılmasını gerektiriyor. Böylece, öncelikle çok büyük alanların doğal örtüsünden sıyrılması; dev çukurlar oluşması; dev pasa ve atık yığınlarının oluşması; kimyasallarla işlenip doğal duraganlıkları yerine atmosferik etkiler altında birer tepkime bombasına dönüşen kaya yığınlarının ortalığa serilmesi; kayalar ve cevherlerle tepkiyen çeşitli kimyasalların yeni ve yeniden başka kimyasallara dönüştüğü duraysız atıkların bir yolla yeryüzünde tutulması; yeraltı sularının tüketilmesi ya da çevreye büyük miktarlarda yeraltısuyu salınması; toz, gaz ve kimyasalların çevreye salınması; yeraltında uslu uslu duran kükürtlü minerallerin bu yığınlarda su, oksijen ve kükürt bakterileri ile buluşup yüzyıllarca sürecek, ağır metallerle yüklü asit maden drenajı doğurması; ve benzerleri, ve benzerleri. Çevreye olan etkiler, kimi zaman süregen ve fark edilmeden; kimi zaman, kazalarla ani ve yıkıcı; çoğu zaman da, sık sık yinelenen küçük ve orta boyutlu olumsuzluklarla ortaya çıkıyor. Özellikle, daha düşük tenörlü cevherlerin, daha büyük işletmelerle, daha gelişmiş teknolojilerle üretilmeye başlandığı son otuz yılda bu tür çevre sorunları sıklaşarak, büyüyerek ve sonuçları daha iyi araştırılıp anlaşılarak yaşandı.

Kurşun cevherlerinden metal elde edilene kadar uygulanması gereken ortalama zenginleştirme yaklaşık olarak 5 kat; bu oran, alüminyum’da 1, bakırda 95, demirde %50, çinkoda 10 kat ve altında yaklaşık olarak bir milyon kat mertebesinde[41]. Dünyada yılda ortalama %1 tenörlü 6,5 milyon ton bakır çıkarılıp %25 konsantre tenöre zenginleştirildiğinde yaklaşık 156 milyon ton fiziksel zenginleştirme atığı bırakılıyor. Yılda ortalama %5 ekonomik tenörlü 4 milyon ton çinko çıkarılıp %45 tenöre konsantre edilmekte ve dünyada yılda 29,3 milyon ton fiziksel zenginleştirme atığı bırakılıyor, çevreye. Dünyada yılda, 2 milyon ton kurşun üretilip yılda 10 milyon ton fiziksel zenginleştirme atığı ve 16 milyon ton alüminyum çıkarılıp çevreye yalnızca 5 milyon ton atık bırakılıyor. Yılda 730 milyon ton demir çıkarılıyor, dünyada; ve zenginleştirme atığı olmuyor. Bunlara karşı, dünya madenciliğinin ağırlıklı ve akıldışı biçimde yöneltildiği altın işletmelerinde dünyada yılda 0,0025 milyon ton metal için 500-2500 milyon ton fiziksel zenginleştirme değil, kimyasal işlem atığı bırakılıyor yeryüzüne; özellikle de azgelişmiş ülke topraklarına.

İlk yıllarda metropol ülkelerde yaşanan sorunlar o ülkelerdeki çevre sorunlarını baş edilmez ve katlanılmaz düzeye çıkarıp çevre koruma kayıt ve kuralları sıkılaştırılınca, yeraltı kaynaklarının aranma, geliştirilme ve çıkarılma yatırımları 3. dünya ülkelerine kaydırıldı. Önce, Güney Amerika ülkeleri çok revaçta idi. O ülkelerde; özellikle de Guyana ve Peru’da yaşanan çevre yıkımları bu kıtadaki direnişleri ve kayıt ve kısıtlamaları arttırınca, yön değiştirildi ve Afrika ve Güneydoğu Asya’ya döndürüldü. Skandal ve yıkımlar buralarda da artan direnişler ve çekişmeleri başlattı. Şimdi, çekici olan eski sosyalist ülkeler. Buralarda da kaza ve çevre sorunları boy göstermeye başladı bile.

Böylece, üçüncü dünya ülkelerindeki madencilik, halen doğal kaynağın kendisinin, bütün ögeleri ile çevrenin, yöre insanının, çalışanların, ulusal ekonomilerin, toplumsal yararın hiçbir biçimde gözetilmediği talancı, kapkaççı bir saldırganlıkla sürdürülebilmekte.

 

Dünya Madencilik Kesimi Çıkmazda

 

Genel anlamı ile madencilik, kârlı ve sürdürülebilir bir ekonomik etkinlik alanı değil.

Küresel kapitalizm süregelen bunalımını aşabilmek üzere, gelişen bilişim teknolojisi, ilerleyen ulaşım olanakları ve finans kapitalin egemenliğinin pekişmesinin getirdiği olanakları kullanarak yeni kuramlar oluşturmaya ve kurulan yeni uluslararası kurumların eliyle dünyayı yeniden biçimlendirmeye başladığından beridir, bu alanda da küreselleşme terimi ile içli dışlı olduk. DB, artık “Küresel Madencilik” alanında bir dizi yayınla beyin yıkamaya çalışmakta.

Küreselleşme, Williamson(1996)’un[42] Latin Amerika için özetlediği şekilde dünyanın her yerindeki tüm ülkelerinde bütçe kısıtlamaları, kamu harcamalarının kısıtlanması, vergi oranlarının düşürülmesi, finansal serbestleştirme, döviz kurlarının serbest bırakılması, ticaretin serbestleştirilmesi, kamu işletmelerinin özelleştirilmesi, yasaların birörnekleştirilmesi, ulusal devletlerin yetkilerinin bir çoğunun uluslararası kurumlara devredilmesi, vb dönüşümlerin savunulması, zorlanması, yaygınlaştırılması ile gelişti. Bunun için sayıları git gide artan uluslar arası kurumlar oluşturuldu ve bunların yetkesi, yaptırım gücü arttırılmaya çalışıldı. Özellikle, az gelişmiş ülkelerde 1970’lerde ortaya çıkan borç sarmalı, tasarruf oranının düşüklüğü ve dış yardım ve yatırıma duyulan yaşamsal gereksinim, bu ülkelerin küresel kapitalizmin istemleri doğrultusunda yeniden yapılandırılması için büyük kolaylık sağladı. Borç bunalımının aşılmasında IMF, dış yatırımların bu ülkelere kaydırılmasında Dünya Bankası, IFC, bölgesel yatırım bankaları, MIGA, ve benzerleri bu ülkeleri, deyimin tam anlamıyla avuçlarına alıp istediklerini yaptırdı.

Madencilik kesimindeki bunalımın aşılmasında da küreselleşmenin çokuluslu şirketlere sağladığı olanaklar zorlandı ve kullanıldı.

Ne idi, madencilik kesimindeki bunalım?

İngiltere Dundee Üniversitesi’nden P. Crowson ise 2001’deki bir incelemesinde[43] madencilik sektörünün son iki on yılda en düşük kârlılıklı sektörler arasında yer aldığını, borsalardaki pay senetleri içinde de, örneğin demir dışı madencilik şirketlerinin pay senetlerinin payının azaldığını ortaya koyuyor.

Kaba çizgileriyle bu durumda olan sektör, küreselleşen dünyada kendine yeni bir yaşam alanı bulabileceğini sandı. Az gelişmiş ülkelerde ve hele sosyalist düzenin göçüşünden sonra eski sosyalist ülkelerde kamu şirketlerinin özelleştirilmesi, dış yatırım kurallarının liberalleştirilmesinden yararlanılması, ölçülemez büyüklükte arazilerin arama ve işletme ruhsatlarının elde edilmesi, bu alanda çalışan çok uluslu şirketler için geniş bir çalışma alanı yarattı. Bu politikaların başta gelen hedefi dünyanın her yerindeki yeraltı kaynaklarının talanı oldu. Dünya madenciliğinin ağırlığı 1980’lere kadar ABD, Kanada ve Avustralya gibi gelişmiş birkaç kapitalist ülke ile sosyalist ülkelerde iken; yaratılan çevre sorunlarına yükselen karşı çıkışlar ve bu ülkelerde yüksek tenörlü cevher yataklarının azalması, düşen metal fiyatları ve alınması gereken çevre koruma önlemlerinin maliyetinin yükselişi nedeni ile son iki on yılda bu ağırlık bütünü ile az gelişmiş ülkelere kaydırıldı. Başta G. Amerika, sonra Afrika, eski sosyalist ülkeler ve Güneydoğu Asya ülkelerinde yoğun bir arama ve işletme kampanyasına girişildi.

Örneğin, doksanlı yıllarda Afrika’daki arama harcamaları 5 kat arttı[44].

Milyonlarca hektar alan, bu şirketlere ruhsat olarak verildi. Bu alanlar bazı ülke topraklarının 2/3’sine kadar vardı. Sağlanan olanaklarla, bu şirketler  çoğu durumda hazır buldukları maden yataklarını yeni teknolojilerle hızla tüketirken elde ettikleri ürünü, hiç bir kısıtlamaya uğramaksızın o ülkelerin dışına çıkardı. Arama ve işletme alanlarındaki yerli halk evlerinden ve topraklarından edildi. Küçük ölçekli aile madenciliği yapan yüz binlerce insan bu sahalardan kovuldu.

Kendi ülkelerinde geçerli olan çevre yasalarının getirdiği standart ve kısıtlamalara bu ülkelerde uymayı düşünmediler bile. Çok sayıda çevre kazasına, önemli kirlenmelere neden olundu. Ormanlar, sit alanları yok edildi. Akarsular, deniz kıyıları, tarımsal alanlar, hava kirletildi. Sinsi ve bazen toplu ölümlere neden olundu.

Maden kaynakları işletilirken yatağın en kârlı bölümü, kaymağı seçildi, “cut off grade” yüksek tutuldu. Farklı zenginlikteki tenörlere sahip cevher zonlarından en zengin kesimler, en kısa sürede ve en düşük maloluşla çıkarılıp, işletmeler kapatıldı. Çok büyük miktardaki daha düşük tenörlü cevher ise, bir daha kolay kolay işletilemeyecek şekilde yerinde bırakıldı. 

Atıklar arıtılmadan, çukurlar, yığınlar eski durumuna getirilmeden olduğu gibi terk edildi. Yüzlerce yıl ortadan kalkmayacak kirlilik ve çirkinlik bırakıldı, geride. Asit maden drenajı ile kirletilmiş akarsular kaldı geriye.

Dünya Bankası dayattığı yasal ve idari değişikliklerle bunun alt yapısını hazırladığı gibi, alt kuruluşu olan IFC(Uluslar arası Finans Şirketi) ile bu girişimlere ortak olarak finans sağladı. IFC katılımları herhangi bir devlet kuruluşuna değil, özel şirketlere veriliyor; sözde teknik olarak güçlü ve yerel ekonomiyi destekleyecek projelere yöneltiliyor; kârlılık aranıyor. IFC, az gelişmiş ülkelerdeki madencilik yatırımlarına 3,5 milyar doları kendi hesabından olmak üzere 5,3 milyar doları bulan kaynak kullandırmış durumda. IFC’nin son sekiz yılda katıldığı madencilik yatırımlarına yaptığı katkı 800 milyon doların üzerinde. MIGA’nın siyasal risklere karşı yatırımcılara sağladığı güvenceler de buna yakın.

Daha önemlisi, MIGA’nın (Çok Yanlı Yatırım Güvence Ajansı) finans kurumlarına güvenceler sağlamakta oluşu. MIGA, çokuluslu şirketlere bugüne değin 1,3 milyar dolar güvence kullandırmış bulunuyor. IBRD (Uluslar arası Yeniden Yapılanma ve Kalkınma Bankası), IDA (Uluslararası Kalkınma Ajansı), vb başka kurumlarıyla doğrudan doğruya devletlere krediler açarak madencilik sektörlerinin incelenmesini, yeniden örgütlenmesini, yeni özel ya da özerk kurumlar kurulmasını, yasal değişiklik hazırlıklarının yapılmasını, devlet şirketlerinin özelleştirilmesini sağladı. 1999’da IBRD’nin kullandırmış olduğu kaynak 15,4 milyar dolar ve IDA’nınki 6,8 milyar doları buldu. Dünya Bankası’sının önünü açtığı girişimler ayrıca Asya Kalkınma Bankası, Afrika Kalkınma Bankası, vb yerel finans kurumlarınca da desteklendi. Bu uygulamaların yerleşmesi için eski sosyalist ülkelere yönelik ayrı bir finans kurumu oluşturuldu, EBRD. EBRD aracılığıyla, bu ülkelerin doğal kaynaklarının Dünya Bankası politikaları çerçevesinde çokuluslu şirketlere açılması sağlanmaya çalışılıyor. Bu dolayımda başka ve ikincil kurumlar da rol alıyor. AfDB, IDB ve IIC, ADB, EIB, vb bölgesel kalkınma amaçlı yatırım bankaları; CDC, OPIC, DEG, FMO, KfW, AFD gibi iki yanlı kalkınma kurumları; Coface, ECGD, EDC, USEXIM, JEXIM, Hermes, EID/MITI, vb dışsatım kredi ajanslar bunların narasında sayılabilir. Yalnızca, 1997’de bunların kullandırdığı toplam kaynak 9 milyar dolar kadardı.

Bu şekilde açılan kapıdan, gönüllendirilip desteklenen yabancı sermaye yatırımları (FDI, Foreign Direct Investment) giriyor bu gelişmemiş ülkelere.  Gerçi, 2000 yılında toplam 1,3 trilyon dolar mertebesinde olan (2001’de %40 azalmış olduğu anlaşılıyor) yabancı sermaye yatırımının ¾’ü gelişmiş ülkelerde dolaşıyor; ve gerçi, geri kalmış ülkelerde madencilik yatırımlarına yönelen pay, toplamın %4-5’ini aşmıyor ve OECD özel dış yatırımının ancak %1’i madenciliğe gidiyor[45], ama yine de bu cılız dış yatırım akışından daha çok yararlanan bazı ülkelerde dengesizlik büyük[46]. Örneğin, Güney Afrika Kalkınma Topluluğu’nda dış yatırımın %23’ü[47]; Gana’da %60’ı altın ve boksit madenciliğine yapılmış. Ama, örneğin yine Gana’da madencilik ulusal gelirin yalnızca %5,5’unu[48], Endonezya’da istihdamın yalnızca %0,1’ini sağlayabiliyor[49].

Madenci kamu kurumlarının özelleştirilmesi de, bunu savunanların beklediği sonucu vermedi. Gine deneyimi, bunun tipik bir örneğini veriyor. Bu ülke 1985-1992 arasında KİT’lerinden 158’ini, kimilerini değerinin çok altında bir bedelle, bazılarının yanında küçük endüstri, kuruluşlarını da armağan ederek, düşük faizli uzun ödeme süreleri ile sattı. Ancak, bütün bu elverişli koşullara karşın 1991 yılında bu 158 kuruluştan yalnızca 4’ü kârlı olabildi. Bazılarının da satıldıkları dönemdekinden daha kötü koşullarda devletçe geri alındığı görüldü[50].

Bu düzen hemen bütünü ile geliştirilip yerleştirilmiş durumda. Ama madencilik, artık görünüşte çok gelişmiş teknolojiler kullanıyor da olsa, halen verimli bir yatırım alanı değil. Başka sektörlerle kıyaslandığında pay senetlerinin getirisi hemen bütün öteki sektörlerden geride kalıyor.

Nitekim, 1977-1999 arasında madencilik firmalarının borsadaki pay senetlerinin getirileri ABD resmi tahvil getirileriyle kıyaslandığında, madencilik kağıtları bu güvenli ama tutucu tahvillerin gerisinde kalıyor : ortalamaları tahvilde %6,7 iken, madencilik kağıtlarında %5,7 . Üstelik giderek azalıyor da[51].

Demir dışı madencilik kağıtlarının dünya borsaları ortak indeksine oranının değişimi de son yılların oldukça kötü geçtiğini ortaya koyuyor. Kısacası madencilik sektörünün kârlılığı düşük[52]. Bunun bir nedeni metal fiyatlarının sürekli düşüyor olması.

Madencilik şirketleri, başka endüstrilerdekilerle kıyaslanamayacak denli küçük boyutlu. Toronto Borsası’nda madencilik sektörünün payı 1995’te %20’den, 2000’de %5’e düşmüş. Dünyadaki finans kapitalin yalnızca %1,7’si madencilikte kullanılıyor. Tek başına General Electric firması bunun toplamının 1,5 katı bir kaynak kullanıyor[53].

Bütün veriler maden işletmecisi firmaların borsa endekslerinde sürekli düşüş içinde olduklarını gösteriyor. Yapılan araştırmalar maden işletmecisi şirketlerin başka endüstrilere kıyasla en düşük kâr payı dağıtan şirketler olduğunu gösteriyor[54]. Dobra’nın(1997), Standart&Poors’un Industry Reports (Nisan 1996) verilerini kullanarak yaptığı bir kıyaslamaya göre, ABD’nde endüstri kârlılığı kıyaslanan 23 sektör arasında maden işletmeciliği 21. sırada yer alıyor. Başka endüstrilerin %35,02’ye varan kârlılıklarına karşı maden işletmeciliğinin kârlılığı yalnızca %5,47 bulunmuş. En büyük 10 madencilik şirketinin toplam cirosu BP’nin yarısı kadar. Dünya Bankası’nın yönlendirmesi ile bu yönde de gelişmeler sağlanmaya çalışılmakta.

Günden güne birleşerek, satın almalarla büyüyerek maliyetlerini düşürmeye çalışıyor, bu çokuluslu şirketler. Dünyanın en büyük 10 altın üreticisi şirketin dünya altın üretiminin ancak %42’sini yapabiliyor olmalarına bakılarak gelecekte de çok sayıda birleşmenin olacağı öngörülüyor. Birçok şirket ve maden işletmesi birleşmelerle daha büyük şirketlerin eline geçmekte. Ancak, bu birleşme sürecinin sektörde bir ussallaşmaya değil; ancak, maloluşlarında sınırlı bir düşüşe yarayabildiği anlaşılıyor. Değişik metal madencilik alanlarında en büyük üretimi yapan 10’ar firmanın sektörleri içindeki payları ve bunun son 25 yıldaki değişimi[55] başka endüstrilerin tersine madencilikte ilk 10’ar firmanın sektör içindeki payları toplamının %40-50’yi pek aşmadığını gösteriyor. Dahası bu oran çoğu metalde azalış eğiliminde. Bakır ve Çinko dışında bu oran genellikle düşüyor. Birleşmeler sektörü pek tekelleştirememiş (küresel kapitalizme inananlar, buna rasyonelleşme diyor!).

Sektörün bu yapısından ötürü de ciddi bir sermaye sıkıntısı yaşanıyor. Dünyanın her yerinde arama ve yatırım yapan bu sektör, birkaç borsada : Toronto, New York ve Londra Borsalarında küçük yatırımcıdan toplanan kaynaklarla beslenmeye çalışılıyor. 1999’da borsalardan madencilik şirketlerine aktarılan kaynağın %34’ü Toronto, %29’u New York ve %20’si Avustralya borsalarında toplanmış. 2000’de bunun %42,1’i Kanada ve %41’i İngiltere borsalarından toplanır olmuş. 2000 yılında borsalara kayıtlı madencilik şirketlerinin %60’ı Kanada borsalarında.  Bu yolla küçük yatırımcılar boş vaatler ve aldatıcı verilerle yanıltılıp büyük kaynakları hortumlanıyor; büyük skandallar yaşanıyor. BreX şirketinin ABD ve Kanada borsalarından 2 milyar dolar hortumlayarak yarattığı skandal sektörün güvenirliliğini büyük ölçüde sarmış durumda.

Bu işten kazananlar da sınırlı. Madencilik sektörüne mal ve hizmet satan firmaların sırası ile ABD, İngiltere, Almanya, Kanada ve Avustralya’da kurulu olması da az gelişmiş ülkelerin doğal kaynaklarının talanından, yine gelişmiş birkaç ülkenin yararlandığı bir başka alanı gösteriyor.

Daha ilginci, OECD’nin yaptırdığı bir araştırmaya göre, gelişmiş kapitalist ülkelerce yurt dışında yapılan her 1 dolarlık doğrudan yatırım 2 dolarlık bir dışsatım ve 1,70 dolarlık bir ticaret fazlası sağlıyor[56]. Yani, bu ülkelerde yerleşik bir çokuluslu şirket gelip Türkiye gibi bir ülkede bir maden işletmesi yatırımı yaptığı zaman, örneğin Kanada’nın dış ticaret fazlası artıyor, doğal olarak Türkiye’nin ki de bozuluyor.

Bu nedenle, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki endüstrinin hammadde gereksinimini ucuz ve elini pisliğe bulaştırmadan karşılamayı amaçlayan küresel kapitalizm kendi başına ayakta duramayan bu sektörü truva atı gibi kullanabilmek için DB ve bağlı kurumlarla besliyor, her türlü baskı ve yasadışı yolla az gelişmiş ülkelere sokmaya çalışıyor. Maden pazarındaki bu dalgalanmalar bu şirketlerin yöneticilerine ise çok büyük kazançlar sağlıyor.

Evet küresel kapitalizmin madencilik sektörü derin bir bunalım içinde. Durumunu sürdürme şansı sınırlı. Azgelişmiş ülkelere karşı sürdürülen talan saldırısı da bu sektörü ayakta tutacak gibi görünmüyor. Gelişmiş ülkelerde maden fakülteleri kapanıyor. Yatırımlar azalıyor.

Sosyalist planlama madenciliğin dünya ekonomisinin, öteki sektörlerle bütünleşik bir sektörü olarak varlığını sürdürebilmesinin de tek çıkar yolu. Ancak, sosyalist üretim ilişkileri yeraltı kaynaklarının planlı bir biçimde çıkarılıp işletilmesi için bir ortam sağlayabilir.

 

Yeraltı Kaynaklarının Dışsatım Gelirlerinin Denetimi

 

Giriş bölümünde sergilendiği gibi, az sayıda işletme ile çıkarılan yeraltı kaynaklarının dışsatımından sağlanan gelirlerin hemen hiçbir ülkeye gönenç getirmediği anlaşılıyor. Küreselleşme kuramcıları buna karşı çareler araştırıyor. Bulabildikleri tek çare, bu yolla elde edilen rantların bir fonda toplanması ve düzenli biçimde kullanılması için hükümetlere bazı kısıtlamalar getirilmesi. Küreselleşen kapitalizm, az gelişmiş ülkelerin yeraltı kaynaklarının çokuluslu şirketler tarafından talanını ve bunun sonucunda ortaya çıkan çarpıklıkların nedenlerini ortadan kaldıracak çözümler arayamıyor da, kaynakları talan edilen ülkelerin bundan sağladıkları gelirleri nasıl kullanacaklarını buyuruyor. Buysa, köşeye sıkıştırılmış; borç sarmalına kapılmış ülkelerin yapamayacağı bir şey. Deneyen birçok ülkeden Bostwana dışında başarabilen de yok, zaten.

Yeraltı kaynaklarının dışsatım gelirlerinden yararlanmak; ancak, bunun sakıncalarını yaşamak istemeyen ülkeler için de sosyalist planlama tek çıkar yol.

 

YERALTI KAYNAKLARININ USSAL, ÇAĞDAŞ VE SÜRDÜRÜLEBİLİR BİR BİÇİMDE İŞLETİLMESİ

ANCAK SOSYALİST EKONOMİ SİSTEMİ İLE OLANAKLIDIR

 

 

Yeraltı kaynaklarının değerlendirilmesi bu nedenlerle kamu denetimi ve yatırımcılığının sonuna kadar ve katı biçimde uygulanmasının gerektiği; daha doğrusu ancak kamu eli ile yürütülebilecek bir etkinlik alanı.

 

Yeraltı Kaynaklarının Akılcı İşletilmesi

 

Madenciliği ülkenin gelişmesinde katkı sağlayacak şekilde kullanmak için temel hedefler,

·                     Ülkelerin doğal sermayesinin, yeraltı zenginliklerinin ve doğal çevrenin talandan ve yıkımdan korunması esas alınmalıdır.

·                     Ne kadar süre sonra tükeneceği sık sık öngörülmeye çalışılmış[57] olan yenilenemez nitelikli yeraltı zenginliklerinin, işletme ve tüketme sürecinin yanında yeni yatakların aranma ve geliştirilmesi de sürdürülmelidir. Bu yolla sürekli olarak yeni yataklar bulunup geliştirilmeli ve bu çalışmaların başarısına göre ömürleri, tükenme süresi de ileriye itilmelidir. Tükenme ömrü kritik bir düzeye indiğinde arama yatırımları hızlandırılmalı, tüketimi kısıtlanmalı, son dönemlerde ağırlık verildiği gibi hurda kullanımı arttırılmalı ya da endüstride o hammaddenin yerine kullanılabilecek yeni seçeneklerin geliştirilmesi öne çıkarılmalıdır[58].

·                     Bu açıdan, ülkenin her bir doğal yer altı kaynak türü için böylesi değerlendirmeler yapılmalı ve madencilik çalışmalarının hangi alanlarda özendirileceği, hangi alanlarda bazı kısıtlamalara başvurulacağı kararlaştırılmalıdır.

·                     Her bir yatağın işletmeye konu olacak kesiminin seçilmesi ve işletilecek kesimin tenör alt sınırının (cut off grade) kararlaştırılması yatırımcı ve işletmecinin kendi iç fizibilite değerlendirmesi ile değil ülkenin kaynak güvenliğine ve merkezi planlamanın koyduğu hedeflere göre değerlendirilmelidir.

·                     Bu açıdan, ülkenin her bir doğal yeraltı kaynak türü için, her bir maden yatağı için böylesi değerlendirmeler yapılması ve madencilik çalışmalarının hangi koşullarda özendirileceği, hangi kayıt ve kısıtlamalara başvurulacağı belirlenmelidir. Bu konuda donanımlı, özerk ve yetkilendirilmiş kamu kurumları oluşturulmalıdır.

·                     İşletilmesine başlanan yataklarda mühendislik hizmetleri savsaklanmamalı ve yanlış işletme projelerinin uygulanmasından  kaçınılmalıdır.

·                     Ülkede endüstrinin hammadde gereksiniminin güvenli, sürekli ve ekonomik olarak yurt içinden karşılanması esas alınmalıdır. Ülkenin varolan ve yönelinen endüstri yapısının gereksineceği hammaddeler önceden kestirilmeli, bu kaynaklara ilişkin aramalar hızlandırılmalı ve bilinen ve bulunan yatakların işletilmesine öncelik verilmelidir.

·                     Bir başka önemli hedef te, ülkenin doğal sermayesinin önemli bir öğesi olan yeraltı zenginliklerinin yeraltından çıkarılıp işlenmeden dışarıya satılmasının bir şekilde önüne geçirilmesidir.

·                     Maden ve endüstriyel hammadde yataklarının talan edilmeden, önemli bölümü yeraltında bir daha kazanılamayacak şekilde terk edilmeden işletilmesi için kayıt ve kurallar konulmalı, düzenli denetimler yapılmalıdır.

·                     Madencilik sektöründe kullanılan makine, donanım ve gerecin ülke içinde üretilmesine yönelik endüstrilere yatırımlar özendirilmelidir.

·                     Maden işletmelerinin kendi iç fizibilitelerinin yanında, çevre ve öteki doğal sermayeye etkilerini de göz önüne alan yarar/zarar değerlendirmesi yaptırılıp kesin işletme kararları buna göre verilmelidir.

·                     Bütün bunların gerektirdiği bilimsel ve teknoloji bilgisinin üretilmesi, temel araştırmaların yapılması ve üst düzeyde stratejik hedeflerin seçilmesi için donanımlı ve özerk bir “Ulusal Doğal Kaynaklar Enstitüsü” gerekli görülmektedir. MTA’nın; bir Genel Müdürlük olarak değil bir Enstitü olarak önemli bir yeri olmalıdır. Bu Ulusal Enstitü yapısı yeniden yapılanan MTA olmalıdır. MTA, maden aramaları ve teknoloji geliştirmede bir kurum olarak varlığını etkin biçimde sürdürmelidir. MTA, birikimi ve donanımı ile dünyadaki en güçlü jeolojik araştırma kurumlarından (geological surveys) biridir[59].

·                     Dünyada ve ülkemizde, doğal kaynaklara ilişkin bilimsel, teknik ve ekonomik verilerin derlenip işlendiği; pazar ve fiyat hareketlerinin izlendiği; yeni teknolojiler ve araştırmalara ilişkin haber ve bilgilerin kovuşturulduğu; bunların elektronik ve basılı ortamlarda yayıldığı; ve ülke çıkarına politikaların tartışılacağı ortamların örgütlendiği bir “Ulusal Doğal Kaynaklar Akademisi” kurulmalıdır. Bu akademi yeraltı zenginliklerimizin envanterini, bu doğal kaynaklarının muhasebesini, ülkenin doğal sermayesinin artış ya da eksilişini ve doğal kaynaklar ekonomisine ilişkin benzeri konularda görevler yüklenmeli, araştırmalar ve değerlendirmeler yaptırmalıdır.

·                     Madencilik alanında kurulu ve çalışan kamu kurum ve kuruluşları yeniden yapılandırılmalı, ıslah edilmeli, bunların üzerindeki siyasal etkiler engellenmeli, teknolojileri yenilenmeli, yeni yatırımlar yapmalarının önü açılmalıdır.

·                     Önerilen bu kurumların özerkliğinin yalnızca siyasal erke karşı değil; bir o kadar da, çokuluslu madencilik şirketlerinin çıkarlarına karşı da sağlanmasına özen gösterilmelidir.

·                     Endüstrinin gereksiniminin karşılanamadığı ya da tükenme sürecine girmiş maden ya da endüstriyel hammadde kaynaklarının aranması her türlü yolla özendirilmeli ve ruhsat haklarının bu çalışmaları aksatma ve tavsatma yönünde kullanılmasına karşı önlemler alınmalıdır.

·                     Ek istihdam ve katma değer yaratan yerel, el emeği (artizanal) madenciliğin korunması ve geliştirilmesi için yasal, ekonomik ve eğitimsel önlemler alınmalı, bu madencilerin örgütlenmesi özendirilmeli ve bu yoldaki girişimler desteklenmelidir.

·                     Madencilik sektöründe iş güvenliği, işçi sağlığı ve çevre sağlığı ile ilgili köklü önlemler alınıp[60] ödünsüz uygulanmalıdır.

 

Yazının başından beri sıralanan olgular bu hedeflerin küresel kapitalist ilişkiler içinde, serbestleştirilmiş pazarda, küreselleştirilmiş hukuk ile, çokuluslu şirketlerin egemenliği altında gerçekleşemeyeceğini çok açık biçimde ortaya koyuyor. Bu hedeflere ulaşılabilmesi bir yana dünyada madencilik ekonomisi sistemini sürdürülebilir kılmak bile olanaklı görünmüyor.

Bir yandan kalkınmanın yeraltı kaynaklarını ussal biçimde, alan ve telef etmeden, çevreyi yıkıma uğratmadan, eksilen doğal sermayeyi insani, kurumsal ve toplumsal sermayeye dönüştürerek başarılması; bir yandan da, insanlık geçmişinin önemli bir bilimsel, teknolojik ve kültürel kalıtı olan madenciliğin geleceğini kurtarabilmek için sosyalist üretim ilişkileri seçeneksiz bir gereklilik olarak ortada duruyor.

Türkiye de, “Sosyalist Türkiye”ye dönüşmedikçe kendi yeraltı zenginliklerini kollayıp koruyarak değerlendiremeyecektir.

Sosyalist Türkiye ise, çeşitlilik ve yeterlilik açısından yeraltı kaynaklarını kullanarak önemli atılımlar yapabilecektir.



[2] FOEI, 2000, Dubious Development

[3] WB-IMF, 2002, Treasure or Trouble? Mining in Developing Countries, Global Mining

[4] FOE, 2002, “Treasure or Trash?”; The World Banks Flawed defense of Mining as a Tool for Economic Development

[5] Ross, M., 2001, Extractive Sectors and the poor, an Oxfam America Report

[6] Ross, M.L., 2000, Does Resource Wealth Cause Authoritarian Rule? WB Researche Group Workshope, Universcity of Princeton

[7] Power, T.M., 2002, Digging to Development? A Hystorical look at Mining and Economic Development, an Oxfam America Report

[8] Auty, R.M (ed.)., 2002, Resource Abundance, Growth Collapse and Policy, Oxford Univ. Press

[9] Auty, R.M., 1998, Macroeconomic policy for mineral economies, UNCTAD, Mining Environment and Development Serie, 3

[10] Auty, R.M. and Kiiski, S., 2002, Natural Resources, Capital Accumulation, Structural Change and Welfare, in Resource Abundance, Growth Collapse and Policy Ed. Auty, R.M. , Oxford Univ. Press

[11] Hamilton, K., 2002, the Sustainability of Extractive Economies, in Resource Abundance, Growth Collapse and Policy Ed. Auty, R.M. , Oxford Univ. Press

[12] Birsdall, N., Pinckney, T. and Sabot, R., 2002, Natural Resources, Human Capital and Growth, in Resource Abundance, Growth Collapse and Policy Ed. Auty, R.M. , Oxford Univ. Press

[13] Woolcock, M., Pritchett, L. and Ihsam, J., 2002, The Social Foundations of Poor Economic Growth in resource-Rich Countries, in Resource Abundance, Growth Collapse and Policy Ed. Auty, R.M. , Oxford Univ. Press

[14] Findlay, R. and Lundahl, M., 1999, Resource-Led growth-A Long Term Perspective, The relevance of the 1870-1914 Experience for Todays developing Economies, UNU-WIDER, Working papers 162

[15] nrCan, 2001, Canadian Minerals Yearbook, General Review,

[16] Mehta, P.S., 2002, The Indian Mining Sector : Effects on the Environment&FDI Inflows, OECD OECD Global Forum on International Investment, Conference on Foreign Direct Investment and the Environment, Lessons to be learned from the Mining Sector

[17] WWF, 2002, Undermining Biodiversity, Canada

[18]George, R.P., 1998, International Law Mineral Resources, UNCTAD, Mining, Environment and Development Papers,2

[19] Feiler, J., 2002, Mining After Johannesburg, an assesment of Post-WSSD PoliticalOptions, Mineral Policy Center Discussion Paper

[20] World Bank, 2002, Large Mines and Local Communities : Forging Partnership, Building Sustainability, Mining and Development Series

[21] Crowson, P.C.F., 2001, Mining in the Global Market, Global Metals&Mining Conference, Toronto

[22] Crowson, P., 2001, Mining Industry Profitability, Resource Policy, vol.27, Issue 1, pp.33-42

[23] Humpreys, D., 2001, Sustainable Development : Can the Mining Industry Afford it?, Resource Policy, vol.27, Issue 1, pp.1-7

[24] Arıoğlu, E. ve Yılmaz, A.O., 2003, Madencilik Sektörünün Kısa Değerlendirilmesi,TMMOB Maden Müh. Odası İst. Şubesi Çalışma Raporu No:10

[25] Sezer, M., 2002, Türkiye’de Madencilik ve Metalurji, Metalurji Dergisi

[26] Arıoğlu, E. ve Yılmaz, A.O., 2002, Ülkemiz Madencilik-Enerji Sektörünün Değerlendirilmesi, TMMOB IKK “Küreselleşme ve Doğal Kaynaklar Paneli”, İstanbul

[27]Arıoğlu, E. ve Yılmaz, A.O., 2003, Madencilik Sektörünün Kısa Değerlendirilmesi,TMMOB Maden Müh. Odası İst. Şubesi Çalışma Raporu No:10

[28] Arıoğlu, E. ve Yılmaz, A.O., 2003, a.g.y.

[29] Arol, A.İ., 2002, Current Status of FDI and Environmental Issues in Mining in Turkey, OECD Global Forum on International Investment, Conference on Foreign Direct Investment and the Environment, Lessons to be learned from the Mining Sector

[30]Arıoğlu, E. ve Yılmaz, A.O., 2002, a.g.y.

 

[31] Hafild, E., 2002, Foreign Direct Investment in the Indenosian Mining Sector, OECD Global Forum on International Investment, Conference on Foreign Direct Investment and the Environment, Lessons to be learned from the Mining Sector

[32] van derVeen, P., 1998, Geological Services in Developing Countries : Experience of the World Bank, International Symposium on the Future Role of African Geological Surveys, Harare, November 1998

[33] Örneğin bakır fiyatları son 10 yıllık dönem içinde 1400 ila 3200 USD/t, nikel fiyatları 5000 ila 9000 USD/t, aluminyum fiyatları  1300 ila 2000 USD/t arasında değişkenlikler göstermiştir. 

[34] Sezer, M., 2002, Türkiyede Madencilik ve Metalurji, Metalurji Dergisi

[35] Auty, R.M., 1999, The Geopolitics of Mineral Resources, UNCTAD, Mining Environment and Development Series no.1

[36] Auty, R.M., 1998, The Geopolitics of Mineral Resources, Mining, Environment and Development, UNCTAD

[37] Malembaum, W., 1977, world Demand for Raw Materials in 1985 and 2000, NSF 75-23687

[38] Auty, R.M., 1998, Resource Abundance and Economic Development, Improving the Performance of Resource-Rich Countries, The UN Un.iversity, WIDER, Research for Action 44

[39] Tilton, J.E., 1990, World Metal Demand : Trends and Prospects, Washington, D.C., Resources for the Future

[40] Reddy, AKN and Goldberg, J., 1990, Energy for the Developing World, Scientific American, 263(3), 63-72

[41] Duman, İ., 2002, Çağdaş Yaşam ve Ulusal Çıkarlarımız Açısından Bergama Gerçeği, ppt gösterisi

[42] Williamson, J., 1996, Lowest common denominator ot neo-liberal manifesto?The polemics of the Washington consensus, in: Auty, R.M. and Toye, J. eds.Challenging the Orthodoxies, Basingstoke, Macmillan : 13-22

[43] Crowson, P., 2001, Mining industry profitability?, Resoufrces Policy, v.27, ıssue 1, pp. 33-42

[44]1999, Financing Mining Projects in Africa ,The Inaugural Australian African Mining Exploration and Investment Opportunities Conference

[45]2002, OECD Conference “FDI and Environment-Lessons from Mining”, Main Issues, Paris

[46]Sandbrook, R. and Mehta, P., 2022, FDI and Environment-Lessons from the Mining Sector, OECD Global Forum on International Investment Conference, Paris

[47] Digby, C., 2002, MMSD Economic and financial aspects of the mining sector OECD Conference “FDI and Environment-Lessons from Mining”, Paris,

[48]Boocock, C., 2002, Environmental Impacts of Foreign Direct Investment in the Mining Sector in Sub Saharan Africa, OECD Conference “FDI and Environment-Lessons from Mining”, Paris

[49]Hafild, E., 2002, FDI in the Indonesian mining sector, OECD Conference “FDI and Environment-Lessons from Mining”, Paris

[50] World Bank, 1995, Bureaucrats in Business : The Economics and Politics of Government Ownership, Washington DC

[51]Crowson, P. C.F., 2001, Mining in the Global Market, Global Metals&Mining Conference, Toronto

[52] Crowson, P. C.F.,2001, Mining Industry Profitability?, Resource Policy, Vol.27, issue 1, pp.33-42

[53] Clement, J., Nov 1 2001, World Mining Overview, E&MJ

[54] Dobra, J.L., 1997, The US Gold Industry 1996, Mackay School of Mines Univ. of Nevada, Nevada Bureau of Mines and Geology Spec. Publ. 21

[55] Crowson, P.C.F., 2001, agy

[56] Mining Association of Canada, 2001, Facts and Figures 2000, Ottowa

[57] Barnett, L.J. and Morse,M., 1963, The Economics of Natural Resource Availability, Johns Hopkins Univ. Pres for Resource for the Future

[58]Auty, R.M., 1998, The Geopolitics of Mineral Resources, UNCTAD, Mining, Environment and Development Papers, 1

[59] Reedman, A.J., Calow, R.C. and Mortimer, C., 1996, Geological Surveys of Developing Countries : Strategies for Assistance, Project Summary Report, WC/96/20, British Geological Survey

[60]ILO,2002, The Evolution of Employment, Working Time and Training in the Mining Industry, Geneva