mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Avrupa
Birliği neden savunulur? Avrupa Birliği’ne neden karşı olunur?
Yrd. Doç. Özgür Müftüoğlu |
Avrupa Birliği neden savunulur? 29.10.2004 Bugün (görünürde) Türkiye’nin iki
farklı gündemi vardır. Bunlardan biri, Avrupa Birliği (AB) ile müzakere meselesi,
diğeri ise sosyal güvenlik, kıdem tazminatı gibi emekçilerin kazanılmış
haklarını geri götüren yasal düzenlemelerdir. AB ile müzakere meselesi hükümetin,
sermaye kuruluşları ve onlara bağlı medya ile üniversiteler ve işçi
sendikalarındaki önemli bir kesimin gündemindedir. Sosyal güvenlik, kıdem tazminatı
gibi meseleler ise emekçilerin gündemidir. Aslında farklı gibi görünen bu iki
gündem de dışarıdan IMF, Dünya Bankası ve AB’nin içeriden ise TÜSİAD, TOBB gibi
sermaye örgütlerinin dayatmalarından kaynaklanmaktadır. Aslında kaynağı ortak olan bu iki
meselenin farklı (imiş) gibi algılanmasının nedeni, AB’yi gündemine alanların
(emeğin haklarına) “saldıran”, diğerini gündemine alanların ise (emeğin
haklarını) “savunan” konumda olmasındandır. Zira, emekçilerin savundukları
haklarının ellerinden alınmasının temel gerekçelerinden biri de AB’ye
“uyum”dur. Yani, AB’den müzakerelerin başlamasını isteyenler, aynı zamanda
AB’ye “uyum” adına, Türkiye’de emekçilerin en temel haklarının ellerinden
alınmasını da istemektedir. Sermaye kesimi ve onun güdümündeki medya
ve hükümetin bu tavrını anlamak hiçte zor değildir. Zira, emeğin elinden alınan
haklar ile sermaye önemli kazanımlar elde edecektir (örneğin, sosyal güvenlik reformu
ile emeklilik ve sağlık özelleştirilerek ya da ticarileştirilerek sermayeye kâr
alanı haline getirilecek, kıdem tazminatı fonu uygulaması ile sermaye önemli bir
yükten kurtulacaktır). Burada sorgulanması gereken, temel işlevi
toplum için bilgi üretmek ve sunmak olan üniversitelerde ve emeğin haklarını
savunması gereken sendikaların bazılarında (Avrupada emeğe yönelik saldırıları
görmezden gelerek) AB’yi tek kurtuluş yolu olarak gündeme getirenlerin niyetleridir. Sendikalar içerisinde, ücretleri
emekçilerin aidatları ile ödenmesine karşılık, emekçilerin en temel haklarının
ellerinden alınmasını da beraberinde getiren AB’ye “uyum”u ve üyeliği
emekçilerin kurtuluşu (imiş) gibi gösteren, seçilmiş ya da uzman konumundakilerin bu
davranışlarını “ihanet” olarak tanımlamak sanırım çok da abartılı
olmayacaktır. Peki, onları bu “ihanet”e iten nedenler nelerdir? Bu sorunun cevabı
için bu kişilerin, AB fonlarından yararlanan bir takım sivil toplum örgütleri ile
olan ilişkilerine bakmanın yararlı olacağını düşünüyorum. Bunun yanı sıra,
AB’nin sosyal taraflarından biri olan Avrupa Sendikalar Konfederasyonu (ETUC)
aracılığı ile bazı sendikalara aktarılan fonlardan yürütülen (eğitim vs.)
faaliyetlerden elde ettikleri maddi kazanımların da yine bu davranışlarını anlamak
bakımından önemli ip uçları vereceği inancındayım. Temel işlevi, emekçilerin hak ve
çıkarlarını korumak ve geliştirmek olan sendikalarda, emekçilerin mevcut
haklarının ortadan kaldırılmasına hizmet eden düşünceleri savunan ve bunu
emekçilerin önüne kurtuluş(muş) gibi koyanların değerlendirmesini, onların
ücretlerini de ödeyen emekçilere bırakıyorum (!) Toplum için bilgi üretmesi ve sunması gereken üniversitelere
gelince; üniversitede liberal düşünceye sahip olan kesimin AB’yi savunması ve
gündemine alması son derece doğaldır. Burada sorgulanması gereken, emekten ya da
sosyal politikalardan yana olduğunu iddia edenlerdir. Bu kesimi oluşturanlar genellikle,
sol liberal ya da sosyal demokrat düşüncedeki bazı “bilim” insanlarıdır. Onları
AB’yi savunmaya iten etkenler, sendikalarda bu düşünceyi savunanlarla büyük
ölçüde aynıdır. Onlar da sendikadakiler gibi, AB ya da Dünya Bankası’nın
fonları ile geliştirilen projeleri alabilmek için çabalamakta ve bu çaba peşinde
koşarken de emekçileri ve onların kaybolan haklarını yok saymaktadır. Ayrıca bunu
yaparken, liberal ve İslamcılarla, toplum için bilim üretmeye çalışan
akademisyenlere karşı işbirliği içine girmekten de çekinmemektedirler. Üniversitelerde, emekçilerin haklarına rağmen AB’yi savunan ve böylelikle sermayenin koşulsuz hizmetkârları haline gelenlere karşı yapılması gereken; emekten yana olan, toplum için bilim üretmeyi hedefleyen tüm üniversite bileşenlerinin, uygun olan her platformda bir araya gelmesi ve birlikte mücadele etmesidir. Tüm eğitim emekçilerini örgütleyen Eğitim Sen, bir sınıf örgütü olarak bu mücadelenin en temel adresidir. Bunun yanı sıra, üniversite öğrencilerini de içine katarak tüm üniversite bileşenlerini bir araya getiren Üniversite Konseyleri Derneği de bu mücadelenin içerisinde en etkin biçimde yer almayı hedeflemektedir. Avrupa Birliği’ne neden karşı
olunur? Avrupa Biriliği’nin biri ekonomik, diğeri
ise demokratikleşme ve insan haklarını içeren iki farklı yüzü vardır. AB’nin
ekonomiye ilişkin yüzü büyük ölçüde Maastrich Anlaşması ile şekillenirken,
demokrasi ve nisan haklarını içeren yüzü Kopenhag Şartları olarak
tanımlanmaktadır. Maastrich Anlaşması, özellikle ABD ile tek
başına rekabet edemeyecek ülkelerin tek bir ekonomik güç haline gelmesini ve ortak
bir savunma politikasını hedeflemektedir. Maastrich Anlaşması’nın ekonomik birlik
olmakla hedeflediği tek piyasa, tek para birimi ve bağımsız bir Avrupa Merkez
Bankası’nın kuruluşunun yanı sıra yeni liberal politikalar ile ortaya konulan
liberalizasyon, özelleştirme ve yeniden yapılanma programlarının, tek tek ulus
devletler içerisinde kamu harcamaları ve bütçe açıklarının
sınırlandırılmasına yönelik olarak biçimlendirilmesidir. AB’nin Maastrich Anlaşması’yla da
belirginleşen yeni liberal politikalara bağlılığı, Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ)
içinde ABD ile birlikte belirleyici iki güçten biri olmasıyla da pekişmektedir.Bu
bağlamda AB, çeşitli vesilelerle, DTÖ ile IMF ve Dünya Bankası gibi uluslararası
kuruluşların faaliyetleri arasında daha fazla uyumun ve koordinasyonun sağlanarak,
küresel ölçekteki yönetişim mekanizmalarının güçlendirilmesi yönündeki
arzularını ortaya koymuştur. AB benimsemiş olduğu yeni liberal politikalar
doğrultusunda üye ülkelerde kamu hizmetlerinin piyasalaştırılması,
özelleştirmeler, çalışma yaşamının esnekleştirilmesi gibi düzenlemeler yaşama
geçirilmeye başlamıştır. Bu uygulamalar ile birlikte, başta emekçiler olmak üzere
Avrupa toplumunun sermaye dışı tüm kesimlerinin iş, çalışma saatleri, ücret,
sosyal güvenlik, eğitim ve sağlık gibi birçok alandaki kazanılmış hakları geri
götürülmektedir. Kazanılmış hakları geri götürülen emekçilerin Almanya’da,
Hollanda’da, Fransa’da ve diğer Avrupa ülkelerindeki tepkileri, Evrensel okurları
tarafından yakından bilinmektedir. (Evrensel’i sürekli olarak izlemeyenlere, bu
konuda bilgi edinmeleri için gazetenin geçmiş sayılarını gözden geçirmelerini
öneririm). Öte yandan, Uluslararası Hür İşçi Sendikalar Konfederasyonu’nun
(ICFTU) geçtiğimiz ay hazırladığı Avrupa Birliği’nde Çalışma Standartları ve
Sendikal Politikaları içeren raporu da yine AB’deki çalışma yaşamına ilişkin
hakların ne denli geri götürüldüğünü açıkça ortaya koymaktadır. (Bu rapora
önümüzdeki hafta ayrıntılı olarak değineceğiz). Tüm bunlar, AB’nin benimsediği
ekonomi politikalarının demokrasi ve insan haklarını içeren Kopenhag Kriterleri’ni
de ne denli işlevsiz hale getirdiğini gözler önüne sermektedir. AB, benimsemiş olduğu yeni liberal
politikaları üye ülkelerde uygulamakla kalmamaktadır. Birliğe üye olmak isteyen
ülkelere de bu yönde düzenlemeler yapmalarını, üyeliğe koşul olarak
dayatmaktadır. Böylece AB’nin gerek benimsemiş olduğu ekonomik politikalarla,
gerekse bu politikaları diğer çevre ülkelere yaygınlaştırma işlevi ile kapitalist
sistemin diğer kurumları olan IMF ve Dünya Bankası’ndan hiç de farklı olmadığı
açıkça görülmektedir. Tüm bunların ortaya çıkardığı sonuç,
AB’nin kapitalist sistemle birebir özdeş olduğudur. O halde kapitalist sisteme
karşı olmak, aynı zamanda AB’ye karşı olmayı da gerektirir. Bu bağlamda benim
AB’ye karşı olmam, kapitalist sisteme karşı olmamdan kaynaklanır. Türkiye’nin üyeliği konusuna gelince;
Türkiye, IMF, Dünya Bankası ya da DTÖ çerçevesinde altına girmiş olduğu
yükümlülüklerle ve bu doğrultuda uygulamakta olduğu ekonomik programla zaten
kapitalizmin tüm gereklerini yerine getirmektedir. AB’ye üyelik sürecinin Türkiye
üzerindeki yegane etkisi, demokrasi, insan hakları söylemleri ile “iyi polis”
rolünü üstlenen AB’nin yeni liberal yeniden yapılanma sürevinde toplumun gözünü
boyamasından ibarettir. Bu da emekçilerin yeni liberal politikalar karşısındaki
mücadele gücünü kırması bakımından küçümsenemeyecek bir tehlikedir. Geçen haftaki “Avrupa Birliği neden savunulur?” başlıklı yazıma olumlu olumsuz birçok tepki aldım. Olumsuz tepkiler büyük ölçüde, AB fonlarından çeşitli biçimlerde yararlanarak, AB’yi emekçilerin kurtuluşu olarak gösteren sendikacı ve uzmanların bu tavırlarını “ihanet” olarak nitelememden kaynaklanmaktaydı. Gelen tepkilerden gördüğüm üzere bu niteleme amaçladığım kastı aşmıştır. Bu nedenle “ihanet” tanımlamamı geri alıyorum ve bu konudaki değerlendirmeyi siz okurlara bırakıyorum. İşte AB demokrasisi (!) 12.11.2004 Bu bağlamda, Türkiye’de “AB’ye girersek
demokratikleşeceğiz” söylemi ile bir “dogma” haline dönüştürülmeye
çalışılan AB, uyguladığı ekonomi politikaları ile bırakınız Türkiye’yi
demokratikleştirmeyi, kendi içinde antidemokratik hale gelmektedir. Geçen hafta da
sözünü ettiğim gibi bugün Avrupa’nın birçok ülkesinde emekçilerin kazanılmış
hakları geri götürülerek, bu antidemokratikleşme süreci hızlı bir biçimde
yaşanmaktadır. Uluslararası Hür Sendikalar Konfederasyonu’nun (ICFTU) ekim ayında
hazırlamış olduğu AB’de çalışma standartları ve sendikal politikaları içeren
raporu, AB ülkelerinde çalışma yaşamının ne denli antidemokratik uygulamalar
içerdiğini açıkça ortaya koymaktadır. Söz konusu raporda: Örgütlenme
Özgürlüğü ve Toplu Sözleşme Hakkı; Ayrımcılık ve Eşit Ücret; Çocuk Emeği;
Zorunlu Çalışma olarak dört ayrı başlık altında AB ülkelerinde teker teker
incelenmiştir. Raporun, Örgütlenme Özgürlüğü ve Toplu
Sözleşme Hakkı başlığı altında özellikle, Birliğe yeni katılan ülkelerin hemen
tümünde örgütlenme ve grev hakkının yoğun biçimde engellendiği ortaya
konulmuştur. Buna karşılık, diğer ülkelerde de gerekli yasal düzenlemelerin var
olmasına karşılık, uygulamada örgütlenme ve grev hakkının kullanımı konusunda
ciddi engellemeler olduğu belirlenmiştir. Bu ülkeler içinde, en gelişmiş
“demokrasi”ye sahip olduğu düşünülen ülkeler de vardır. Örneğin,
Belçika’da grev hakkı, mahkemeler tarafından önemli ölçüde engellenmektedir.
Almanya’da kamu çalışanlarının (öğretmenler de dahil olmak üzere) çok önemli
bir bölümünün grev hakkı yoktur. İspanya’da yabancı işçilere grev ve
örgütlenme hakkı tanınmamaktadır. İngiltere’de yasal düzenlemelerle grevler
sınırlandırılmakta, işverenlere bireysel sözleşme yapmaları için işçilere
teşvik verme hakkı tanınarak, sendikal örgütlenmeler engellenmektedir. Raporun Ayrımcılık ve Eşit Ücret
başlıklı bölümünde, Avusturya, Belçika, Finlandiya, Danimarka ve Hollanda da dahil
olmak üzere tüm üye ülkelerde cinsiyet ayrımcılığı yapıldığı, kadınların
ücretlerinin aynı işi yapan erkeklerden yüzde 30 dolayında daha düşük olduğu
belirtilmektedir. Yine birçok ülkede Romanlar ve engellilere yönelik de ayrımcılık
yapıldığı ortaya konmaktadır. Çocuk Emeği başlığı altında, özellikle
yoksulluğun artması ile birlikte, çocukların çok küçük yaşlardan itibaren, çöp
toplayıcılığı, ayakkabı boyacılığı, satıcılık, trafik ışıklarında cam
yıkama, dilencilik ve fahişelik alanlarında yoğun biçimde kullanıldıkları tespit
edilmektedir. Ayrıca, tekstil ve ayakkabıcılık gibi sanayi kollarında da çocuk
emeği kullanılmaktadır. Bu uygulamaların en yoğun olarak görüldüğü ülkeler
içinde yeni üye olan ülkelerle birlikte, İngiltere, İspanya, Portekiz, İtalya ve
Yunanistan da vardır. Raporun AB demokrasisini anlamamızı sağlayan
en çarpıcı bölümü, Zorunlu Çalışma başlığı altında ortaya konulmuştur. Buna
göre birçok Avrupa ülkesinde mahkûmlar, özel şirketler için asgari ücretin çok
altında (örneğin Almanya’da sadece yüzde 5’i kadar ücrete), sigortasız olarak
çalışmaya zorlanmaktadır. Bu uygulamayı gerçekleştiren ülkelerin başında,
Avusturya, Almanya, İngiltere, İtalya ve İspanya vardır. Ayrıca, üye ülkelerin
birçoğunda özellikle Uzak Doğu, Afrika ve eski Doğu Bloğu ülkelerinden getirilen
insanların ticareti yapılmaktadır. İçerisinde çocukların da bulunduğu bu
insanlardan kadın ve kızlar fuhuşa zorlanırken, erkekler ağır işlerde birçok zaman
karın tokluğuna “köle” olarak çalıştırılmaktadır. Bu ülkelerin içerisinde,
Avusturya, Belçika, Danimarka, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, Hollanda, Portekiz,
İspanya, İsveç ve İngiltere de vardır. İşte, üye olduğumuzda demokratikleşeceğimiz iddia edilen AB’nin sahip olduğu demokrasi budur(!) Benim bunları ortaya koymaktaki amacım asla, “zaten onlarda da demokrasi yok, o halde biz de antidemokratik yapımızı sürdürelim” düşüncesini savunmak değildir. Benim amacım sadece, gereksiz beklentiler yaratarak, Türkiye’de yürütülen demokrasi mücadelesine engel olduğunu düşündüğüm “AB’ye girersek demokratik bir ülke olacağız” yanıltmacasının AB’nin gerçeklerini ortaya koyarak, gözler önüne sermektir. AB reform sürecinde sermaye ve
cemaatleri buluşturan alan: Sivil toplum kuruluşları Geçtiğimiz hafta
İstanbul’da İçişleri Bakanlığı, Açık Toplum Enstitüsü, Tarih Vakfı ve dört
Alman vakfı tarafından “Türk Sivil Toplum Kuruluşları ve AB Reform Süreci”
konulu uluslararası bir konferans düzenlendi. İki gün süren konferansın açılış
konuşmalarını, İçişleri Bakanlığı Dernekler Dairesi Başkanı Şentürk Uzun,
TESEV Yönetim Kurulu üyesi İshak Alaton ve İçişleri Bakanı Abdülkadir Aksu yaptı.
Konferansın ilk gününde “Türkiye’de ve AB ülkelerinde STK’lar” başlıklı
bir panel yapıldı. İkinci gün ise AB’ye yeni üye olan ülkelerdeki STK’lar ile
Türkiye’deki STK’ların çalışmalarını içeren paneller düzenlendi. Konferansın ilk
gününde gerek açışta, gerekse panelde yapılan konuşmalar, sermaye kesiminin,
hükümetin ve hükümetin siyasal İslam düşüncesine yakın akademik çevreninin
AB’yi hangi çerçeve içinde gördüklerini ve Türkiye’nin AB’ye girmesini neden
istediklerini ortaya koyması bakımından önemliydi. Sermaye kesimi ile siyasal
İslam’ın AB üzerindeki ortaklaşma noktaları da yine bu konuşmalarla büyük
ölçüde açığa çıkıyordu. Açılışta
konuşan ve Türkiye’de büyük sermayenin de temsilcilerinden olan İshak Alaton
AB’ye üyeliği, batılılaşma yolunda önemli bir kilometre taşı olarak
nitelendirdi. Alaton’a göre, AB’nin desteği ile yaygınlaşan STK’lar sayesinde
bireyler devlet üzerinde etkin olacaklar ve onu yönlendireceklerdir. Bununla birlikte
STK’lar, devletin üzerinde yük olan sosyal sorunları da çözümleme işlevi
göreceklerdir. Ayrıca STK’lar sayesinde toplumun her kesimi örgütlenecek ve
toplumsal barışın sağlanmasına katkı sağlayacaktır. Barış önemlidir. Çünkü
barış, istikrar demektir, üretkenlik demektir. İstikrarın olduğu yere yabancı
sermaye gelecektir. Yabancı sermayenin gelmesi şeffaflığı sağlayacaktır.
Şeffaflık ise demokrasidir. Açılışın diğer
konuşmacısı İçişleri Bakanı Aksu da İshak Alaton gibi AB’ye üyeliği Türk
toplumunun çağdaş dünyaya entegrasyonu olarak değerlendirdi ve STK’ları
demokrasinin teminatı olarak gösterdi. Aksu, STK’ların devletin sosyal işlevlerini
yüklenmesi gerektiğine Alaton’dan daha ayrıntılı biçimde değindi ve STK’ların
sosyal sorumlulukları olması gerektiğini vurgulayarak, “her şeyi devletten
beklememek” anlayışı doğrultusunda bu kuruluşların, topluma hizmet götürmesi
gerektiğini ifade etti. Ayrıca Bakan Aksu, Türk kültürünün STK anlayışına
yabancı olmadığını, Osmanlı vakıflarının bunun en güzel örnekleri olduğunu
söyledi. Açılışın diğer konuşmacısı Şentürk Uzun da Aksu gibi Osmanlı’daki
vakıf uygulamalarına değindi. Açılış
konuşmalarının hemen ardından “Türkiye’de ve AB Ülkelerinde STK’lar”
başlıklı panele geçildi. Doç.Dr. Davut Dursun’un yönettiği panele, Sabancı
Üniversitesi’nden Prof.Dr. Şerif Mardin, Fatih Üniversitesi’nden Prof.Dr. Ömer
Çaha, MÜSİAD Başkanı Ömer Bolat ve AB Komisyonu Demokratikleşme Programlarından
Aristolis Bouratsis konuşmacı olarak katıldılar. Panelin Türkiyeli
katılımcılarının başkan da dahil olmak üzere tümünün AKP’ye yakın kişiler
olması, demokrasiyi sağlayacak kurumlar olan STK’ların devletle bağlarını ne
ölçüde kopartabildiklerinin önemli bir göstergesiydi. Zira, altı STK’nın
düzenleyici olduğu kongrenin açılış panelinde diğer düzenleyici İçişleri
Bakanlığı’nın etkisi açık biçimde görülüyordu. Türkiyeli
panelistlerin konuşmaları, açılış konuşmalarından pek de farklı değildi. Bu
konuşmalarda da STK’ların demokrasi için ne kadar önemli bir unsur olduğundan
bahsedildi ve yine Osmanlı’daki vakıf ve tarikatların işlevlerinin AB’nin
STK’larına ne kadar da benzer olduğuna değinildi. Ayrıca, bugünün cemaatlerinin de
STK olarak kabul edilmeleri gerektiği bir çok kez vurgulandı. Panelin tek yabancı
konuşmacısı Bouratsis, STK’ların gelişiminin özellikle, sömürgecilik döneminin
ardından bu eski sömürge ülkelerindeki faaliyetlerle olduğunu belirtti ve AB’de
STK’lara verilen görevlere değindi. Bouratsis, bugün AB’nin STK’lar için 1.3
milyar Euro ayırdığını, 2006’ya kadar sürecek olan bütçeden 9 milyar Euro’nun
STK’lar vasıtasıyla dış yardım olarak kullanılacağını belirtti. Kongrenin gerek
açılışında, gerekse panelde yapılan konuşmalarından çıkartmış olduğum
sonuçları şu şekilde özetleyebilirim. - Artık, sınıflar
mücadelesi bitmiştir. Bu bağlamda sendikalara ve emeğin haklarını savunan diğer
örgütlenmelere gerek yoktur. Demokrasinin teminatı olacak tek örgütlenme modeli
STK’lardır. STK’lar sayesinde çevre kirlenmesi önlenecek, kadınlar ezilmekten
kurtulacak, sermayenin sosyal sorumluluğa sahip olarak emeği çok fazla sömürmesi
engellenecektir. Ayrıca, yoksullukla mücadele, eğitim, sağlık gibi sorunlar da
STK’lar ile çözümlenecektir. Yani maç bitmiş, kapitalist sistem zaferini artık
değiştirilemez biçimde ilan etmiştir. O halde kapitalist sistemle, diğer bir
değişle sermayenin sömürü düzeni ile mücadele etmek gereksizdir. Bu süreçte
sınıfsal içerikten tamamen uzak olan STK’ların görevi sistemin işleyişinden
kaynaklanan sorunların çözümüne uzlaşmacı bir yolla destek olmasıdır. - Sermaye için
STK’lar bulunmaz bir nimettir. Çünkü STK’lar toplu pazarlık yapmaz, grev yapmaz,
daha fazla ücret, sosyal hak istemez. Aksine devletin sosyal işlevlerini yüklenir.
Böylece, sosyal harcamaların finansmanı için vergi ödemesine gerek kalmadığı gibi,
bütçeden kendisine daha fazla teşvik alabilir. - Siyasal
İslam’ın savunucuları için de STK’lar bulunmaz nimettir. Zira, STK’lar
İslam’ın “hayır kurumları” ile rahatlıkla özdeşleşebilir. Bu anlamda, cemaat
düzeni üzerinden işleyen tarikatlar, bir anda “çağdaşlaşıp”, STK olarak
AB’ye uyumlu kurumlar haline gelebilir. Bu arada AB fonlarından da ziyadesi ile
faydalanıp güçlenerek, siyasal hedefleri doğrultusunda önemli bir adım daha atmış
olur. Özetle, AB’ye uyum sürecinde Türkiye’nin kapitalist sisteme entegrasyonunu sağlamak amacıyla desteklediği STK’lar, Türkiye’de sermaye kesimi ile siyasal İslam’ın çıkarlarını ortaklaştırmaktadır. Bu bağlamda, AKP’nin AB sürecindeki gayretlerini sadece sermaye sınıfının temsilciliği olarak görmek yanlış olacaktır. AKP bu süreçte, gerçek kimliği olan siyasal İslam’ın gelişmesine de eş zamanlı olarak hizmet etmektedir. Zafer AB’den tarih aldım
diyenindir(!) 24.12.2004 Müjdeler olsun(!) beklendiği gibi 17
Aralık’ta “yılın Avrupalısı” da olan sayın Başbakanımız, Fatih ve
Kanuni’den sonra Avrupa’yı bir kez daha fethederek müzakere tarihi aldı ve muzaffer
bir edayla Türkiye’ye döndü. Gerçe, bizde bu zafer sarhoşluğu yaşanırken,
Brüksel’de Başbakanı kutlayanlar, Türkiye’nin büyük olasılıkla AB’ye
giremeyeceği görüşünü dillendirmeye başladılar bile ama olsun. Toplum olarak
oyalanacağımız yeni bir tarih alındı ya, bu da yeter. Artık, 3 Ekim 2005’e kadar
geri saymaya yeniden başlayabiliriz. Kısmet olursa 3 Ekim 2005’de yeni bir tarih
verilir, sonra da yeni bir tarih, öyle gider... İşimiz ne, gün sayar bekleriz, belki
bir gün AB’ye girer de müreffeh bir toplum oluruz diye... Bekleriz ama bu bekleme öyle eli kolu
bağlayıp da bekleme değil tabii. “Uyum” sağlamak için canla başla çalışmamız
lazım. Ne mi yapacağız bu “uyum” için?
Ülkemizin en “güzide” gazetecileri, yazarları, “bilimadamları” kanal kanal
gezip anlattıklarına göre uyum için yapılacak olan; çöplerin üç ayrı kapta
toplanması, kokoreç başta olmak üzere sakatatın yasaklanması, açıkta gıda
maddelerinin satılmaması gibi halk sağlığı için gerekli olan düzenlemelerdir. Bunlar pek güzel, ya daha başka?
Türkiye’ye boğaza nazır konutlarının pencerelerinden bakan bu zat-ı muhteremlerin
“uyum” sürecinden en fazla bekledikleri, ödedikleri vergilerin kendilerine
dönmesidir. Bu zat-ı muhteremler devlet hastanelerine, SSK hastanelerine, sağlık
ocaklarına gitmezler, çocuklarını devlet okullarında okutmazlar, Emekli Sandığı ya
da SSK’dan alacakları aylık, bir akşam yemeklerini bile karşılamaz. O halde
vergilerinin buralara harcanmasına da gerek yoktur, bu tür kamu hizmetlerinden
faydalananların aldıkları hizmetin karşılığını kendileri ödemesi gerekir. Yani
kamu hizmetleri özelleştirilmeli ya da piyasa kurallarına göre işletilmelidir. İşte
AB’ye uyum sürecinde bu gerçekleşecektir. AB’ye “uyum” sürecinde daha başka
neler olacaktır. AB, bazı sektörlere fon aktaracaktır, bu fonları gören yabancı
sermaye de yatırım için Türkiye’ye koşacaktır. Peki, bunlar hangi sektörlerdir ve
AB neden bu sektörlerde yatırım için kendi yurttaşlarından aldığı vergileri
Türkiye’ye göndermektedir? AB’nin fon vermeyi planladığı sektörlerin seçimi, AB
üyesi ülkelerin sermayelerinin talepleriyle belirlenmiş olan alanlara yapılacaktır.
Örneğin, hangi tarım ürününün ne miktarda üretileceği ya da üretilip
üretilmeyeceği AB’nin tarım alanındaki sermayesinin isteği doğrultusunda
düzenlenecektir. Böylece, bir taraftan Türkiye’deki tarım üretiminin AB ülkelerine
rakip olması engellenirken diğer taraftan bazı tarım ürünleri AB sermayesi
tarafından Türkiye’de üretilecektir. Diğer bir değişle AB sermayesi hem
Türkiye’deki üretimi kontrol altında tutacak hem de doğal kaynakları ve emek
gücünü en ucuz biçimde kullanacaktır. Bu süreçten bazı yerli sermaye de
işbirliği yaparak kazanç elde edecektir. AB’ye “uyum” sürecinin işçiye,
köylüye, memura, işsize, küçük esnafa, küçük üreticiye getireceği nedir? Uyum
süreci, Kıraç’ta 150-200 milyon için günde 12 saat çalışan, Tuzla
Tersaneleri’nde iş kazası sonucu öldüğü aylar sonra tesadüfen farkedilen, aylarca
emeğinin karşılığı olan ücreti alamayan, grev hakkı engellenen emekçi için
hiçbir düzenleme getirmemektedir. Bunun ötesinde, ödedikleri vergilerin kendilerine
dönmesi için “uyum” isteyenlerin bu istekleri ile eş zamanlı olarak bu kesimler,
kamu hizmetlerinden ceplerindeki para kadar yararlanabileceklerdir. Yani, bugün eksik
gedik yararlandıkları sağlık, eğitim, sosyal güvenlik gibi hizmetlere de
ulaşamayacaklardır. Ayrıca bu hizmetleri sunan kamu emekçileri de iş, ücret ve
gelecek güvencelerini kaybedeceklerdir. Görüldüğü gibi AB ve ona “uyum”
süreci, herkesin mensubu olduğu sınıfa göre farklılık göstermektedir. Eğer,
sermaye sınıfındansanız ya da o sınıfa sırtını dayamış bir kesimdenseniz AB
iyidir. Ama emekçi kesimler içerisindeyseniz, AB’ye “uyum” sürecinin getireceği
daha fazla yoksulluk, daha fazla işsizlik, daha fazla sömürü olacaktır. Zira, boyalı medya eliyle yürütülen propagandalara karşı bu köşede haftalardır ısrarla ifade etmeye çalıştığımız gibi AB, kapitalist sistemin günümüzdeki en temel kurumlarından biridir. Bu bağlamda, AB’ye “uyum” kapitalist sistemin bugünkü yüzü olan yeni liberal politikalara da “uyum”dur. |