Ekim alanları
daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi
yoksullaşıyor. Tarımın bu sarmaldan kurtulması IMF/Dünya Bankası programları
yerine; Türkiye'nin ihtiyaç ve doğal koşullarına göre bir tarım programı
oluşturulmasına bağlı.
Cumhuriyetin
başlangıç yıllarında temel üretim aracı topraktı ve üretim ilişkilerinin
özünü de tarımdaki ilişkiler oluşturmaktaydı. Doğal ekonominin yaygın olduğu
tarım kesiminde, kapitalist üretim ilişkileri fazla yayılmamıştı.
Pazar için üretim yapan işletmeler, genellikle Ege, Çukurova ve Doğu Karadeniz'de
toplanmıştı. Bu tip tarım işletmeleri ya yöredeki büyük kentler ya da emperyalist
metropollere yönelik meta üretiminde bulunuyorlardı.
Anadolu'da tarıma genel olarak aile emeği ile üretim yapılan geçimlik küçük
köylü işletmeleri egemendi. Bu işletmeler sanayi bitkilerine değil daha çok yerinde
tüketilecek tahıl üzerine kurulu, son derece geri teknoloji kullanan ilkel bir yapıya
sahiptiler.
Nüfusun çoğunluğunu göçebe Kürt aşiretlerinin oluşturduğu Doğu ve Güneydoğu
bölgesinde ise, yarı-feodal üretim ilişkileri ağırlık kazanmıştı.
Cumhuriyetin
ilk yıllarında tarım politikaları
Bu dönemde küçük burjuva sivil-asker bürokratlar politik etkinlikleriyle sınıf
tavrı gösterebilmekte; cılız bir sanayi sermeyesi, ticaret sermayesi ve toprak
ağalarıyla birlikte iktidar bloğu içinde yer almaktaydılar.
Bu hakim sömürücü ittifakın tarım politikalarının özelliği; tümüyle zengin
köylü ve toprak ağası işletmelerini desteklemek, teşvik etmek ve onların kapitalist
gelişmesini temin etmek; makineli tarıma geçmelerini sağlayarak verimi artırmak idi.
İkinci
savaş dengeleri değiştiriyor
İkinci Paylaşım Savaşının ardından dünya dengeleri yeniden oluştu, bloklar ortaya
çıktı, uluslararası işbölümünün yeniden tanımlaması yapıldı.
Yeni işbölümü çerçevesinde emperyalizm, Türkiye’nin önce savaş sonrası
Avrupa’yı besleyecek, daha genelde ise mamul mal ihracatı için bir pazar
oluşturacak, tarım ürünü (özellikle de hububat) satan bir ülke konumuna gelmesini
istiyordu.
Karşılaştırmalı üstünlükler kuramına dayalı bu görüş, Türkiye’nin tarihsel
olarak sahip olduğu pazar konumuna da uygun düşüyordu. Böylelikle Türkiye
tarımında kapalı üretim yapısı kırılacak, bu da geliştirilmek istenen yukarıdan
aşağıya kapitalistleşme sürecini hızlandırılacaktı.
1940’lar
sonrası emperyalizmle ilişkiler
Bu amaçla 1948-52 arasında Marshall Planından alınan pay tarımın makineleşmesi,
madencilik, enerji, ulaşım gibi altyapı yatırımlarına harcandı.
Tarımda pazar için üretim koşularını ve verimliliği artırmaya yönelik olarak
1950’lerin ilk yarısında ülkeye 40 bin üzerinde traktör girdi, buna koşut olarak
1949-56 arasında ekim alanları yüzde 60 oranında genişledi.
Bu hızlı makineleşme süreci sonunda, günümüzde toplam traktör parkı 950 bine
ulaştı. İşlenen alanların 27 milyon 500 bin hektar olduğu düşünülürse, 1000
hektar başına düşen traktör adedi 35'tir.
Bu rakam makineleşmenin lokomotifi olan biçerdöverde 0.6 adettir. Avrupa Birliği'nde
ise ortalamalar traktörde 102, biçerdöverde ise 14'tür.
Dünyanın gelişmiş ülkelerinde bilgisayar donanımlı tarım teknolojisinin
kullanımının giderek artmasına karşılık, Türkiye tarımında halen 400 bin
karasaban, 500 bin hayvan pulluğu kullanılmaktadır. Yani Türkiye çiftçisi hala
karasabanın gölgesindedir.
Devletin tarıma müdahalesi artarak sürmüştür. 1930'lardan başlayarak devlet,
sistemin yeniden üretim koşullarını sağlamada dolaylı müdahalelerini artırdığı
gibi, yoğun biçimde doğrudan müdahalelerde de bulunmuştur. Devlet yürürlüğe
koyduğu birtakım yasalarla sistem içi çelişkilerin törpülenmesini ve sistemin
aksamadan kendini yeniden üretebilmesini amaçlamıştır.
1927'den 2003'e tarımda faal nüfus yüzde 80’lerden ancak yüzde 40’lara düşmüş
ancak mutlak değer açısından 9.5-9.3 milyon olarak hemen hemen değişmemiştir. Yani
bugün bile 70 milyon nüfusu olan Türkiye ile 380 milyon nüfusu bulunan Avrupa
Birliği'nin tarım nüfusu hemen hemen birbirine eşittir.
Topraksızlık
ve toprak dağılımında değişmeyen eşitsizlik sürüyor
Tarım topraklarının işletmelere ve mülkiyete göre dağılımındaki varolan
eşitsizlik sürmektedir. 1991 Genel Tarım Sayımı sonuçlarına göre, 1-50 dönüm
toprağa sahip aileler tüm çiftçi ailelerin yüzde 67'sini oluşturmakta ve ekilebilir
toprakların yüzde 22'sine sahip bulunmaktadır.
Buna karşılık 200 dönümden fazla toprağı olanlar tüm çiftçi ailelerin yalnızca
yüzde 5'ini oluşturmalarına karşın işlenebilir toprakların yüzde 37'sini ellerinde
bulundurmaktadırlar. Öte yandan 5 bin dönümün üstünde toprağa sahip 441 aile
bulunmakta, bu toprak bey ve ağaları 4.8 milyon dönüm toprağı kontrol etmektedirler.
Tarımsal toprakların işletmelere ve mülkiyete göre dağılımındaki eşitsizliğin
yanı sıra, kırsal alanda geniş bir kesim oluşturan topraksız ailelerin sayısı ve
oranı artmaktadır. 1913-1981 yıllarını kapsayan yaklaşık 70 yıllık dönemde
topraksızların oranı 3.5 kat artmıştır.
Tarımsal
yapıya geçimlik işletmeler hakim
Tarımsal yapı küçük ve geçimlik işletmelerin egemen olduğu yapıdır. Çiftçi
ailelerin yüzde 67'si 50 dönümden küçük işletmelerde yaşamlarını sürdürmek
zorundadırlar.
Öte yandan, tarım işletmeleri çok sayıda ve dağınık parçalardan oluşmaktadır.
İşletmelerin ancak yüzde 43'ü 1-3 parçadan oluşmaktadır. Dolayısıyla cüce ve
çok sayıda dağınık parçalı işletmelerin egemen olduğu tarımsal yapıda,
neredeyse optimal teknoloji ve girdi kullanımı olanaksız hale gelmektedir.
Tarımsal
üretimde gerçekleşmeyen dönüşüm
Tarımsal yapıdaki değişimin ölçütlerinden birisi de kaynakların uygun biçimde
kullanımı, başka bir anlatımla, yaygın tarıma dayalı ve düşük gelirli tarım
ürünlerinden, yoğun tarıma dayalı ve yüksek gelirli sanayi bitkilerine, bağ bahçe
ürünlerine; bitkisel üretimden de hayvansal üretime geçiş düzeyidir.
Ancak Cumhuriyet döneminde, ne tarım kesimini oluşturan bitkisel, hayvansal, orman ve
su ürünleri üretimindeki gelişmeler, ne de ürün desenindeki gelişmeler, üretim
yapısında bu tür bir değişmeyi ifade edecek biçimde olmadığını göstermektedir.
Üretimin bileşimi dönem boyunca yeterinde değişmemiştir. Gerçekten 1938'de yüzde
58.8 olan bitkisel üretim 1990'da yüzde 55.2 olmuş; 1938'de yüzde 38.9 olan hayvansal
üretim 1990'da gerileyerek yüzde 35.1'e düşmüştür. Aynı zaman kesitinde su
ürünleri üretim değeri yüzde 0.6'dan yüzde 3.1'e, orman ürünleri değeri yüzde
1.6'dan yüzde 6.6'ya çıkmıştır.
Kısaca günümüzde tarımsal üretime bitkisel üretim egemendir. Burada değinilmesi
gereken bir önemli olgu ise bitkisel üretimin kendi içerisinde nitelik değiştirmiş
olmasıdır.
1938'de yüzde 62 olan tahıllar 1990'da yüzde 30'a gerilemiş, aynı dönemde sanayi
bitkileri yüzde 17'den yüzde 28'e, sebzeler yüzde 2'den yüzde 8.5’e, meyveler yüzde
14’ten yüzde 28'e çıkmıştır. Ancak bugün bile, ekilen alanların yüzde 50'si
tahıl üretimine ayrılmaktadır.
Ekim
alanları genişliyor
1950'li yıllarda traktör sayısındaki büyük artışa paralel olarak ekim alanları
hızla genişlemiş, son 70 yılda ekim alanları 6.6 milyon hektardan 27.5 milyon hektara
yükselmiş, yani 4 kat artmıştır.
Buna karşılık mera alanları azalmıştır. 1928'de 46.3 milyon hektar olan mera
alanları günümüzde 20 milyon hektarın altına düşmüştür. yani 70 yılda 2.3 kat
azalmıştır.
Özellikle 1950'li yıllardan sonra makineleşme olayının da yardımıyla altına hücum
eder gibi meralara hücum edilmiş; orta ve büyük mülk sahipleri tarafından
yağmalanan geniş devlet meraları çoğunlukla sürülerek tarlaya çevrilmiştir.
Tarımda
verimlilik artmıyor
Ekim alanlarının genişlemesi, tarımsal kredi ve çağdaş girdi kullanımının
artması sonucu tarımsal üretimde büyük bir artış görülmüştür. 1950-1990
yıllarını kapsayan dönemde buğday üretimi 7, arpa 4.5, mısır 5, bakliyat 7,
tütün 3, şekerpancarı 16, pamuk 2, ayçiçeği ve patates 16 kat yükselmiştir.
Ekim alanlarının yüzde 50'sini oluşturan buğday tarımında 1920'li yıllarda 2.2
milyon ton olan üretim 80 yılda 9 kat artarak 19 milyon tonu geçmiş; birim alandan
alınan verim ise yaklaşık 3 kat artarak 75 kg/da'dan 200 kg'da'ya çıkmıştır. Ancak
dünyada ortalama buğday verimi 250 kg/da'nın üzerindedir.
Bu rakam Yunanistan'da 300 kg/da'nın üstüne çıkarken, Almanya'da 670 kg/da,
Danimarka'da 765 kg/da'yı bulmaktadır.
Yarı
feodal ilişkiler varlığını sürdürüyor
Günümüz Türkiye'sinde Ege, Marmara ve Çukurova'da kapitalist üretim ilişkileri
yaygınlaşmasına ve tarıma egemen olmasına karşın, Doğu ve Güneydoğu
bölgelerinde yarı-feodal üretim ilişkileri bir oranda etkinliğini korumaktadır.
Bu nedenle toprak ağaları ekonomik ve siyasal güçlerini korumakta ve yerli tekelci
sermaye ve tefeci-tüccarların en büyükleri ile hakim sömürücü ittifak içerisinde
yer almaktadırlar.
Güçlenen tekelci sanayi burjuvazisi değişik dönemlerde emperyalist-kapitalist üretim
ilişkilerinin yukarıdan aşağıya inşası sürecinde feodal kalıntıları
kapitalistleştirerek, üretimi ve iç pazarı genişletmeyi denemiştir.
Bunun için de kırsal kesimle ilgili programını gerçekleştirmek için kullandığı
araçlardan birisi olan toprak ve tarım reformunu değişik dönemlerde gündeme
getirmiştir.
Ancak hakim sınıflar arasındaki güçler dengesi nedeniyle tekelci burjuvazi en
büyükleriyle işbirliği halinde olduğu toprak ağaları ve tefeci-tüccarlara
istediği ölçüde bir toprak reformu uygulamasını kabul ettirememiştir.
Bu nedenle kapitalist ilişkilerin yaygınlaştırılmasında ve pazarın
genişletilmesinde tedrici bir süreç (Prusya tipi geçiş) düşünüldüğü
görülmektedir.
Emperyalizmin genel ve sürekli bunalımının birinci ve ikinci evrelerinde emperyalist
sömürü mekanizmasında (ticaret, yatırım, borç) ticaret yoluyla sömürü doğrudan
yatırımlar yoluyla sömürüye oranla daha ağırlıktaydı. Bu dönemlerdeki
yatırımlar genellikle hammadde kaynaklarına ve alt yapıya (demiryolu gibi) yönelik
pazarı yatay olarak genişletmeye yönelik yatırımlardır.
Emperyalizmin genel bunalımının üçüncü döneminde, İkinci Paylaşım Savaşı
sonrası oluşan ekonomik ve politik değişimler sonucu, daha önce emperyalizmin
işbirlikçisi durumunda olan komprador burjuvazinin, emperyalistlerle ortak yatırımlar
yoluyla bütünleşip gelişmesi emperyalizmle bütünleşmiş yerli tekelci bir
burjuvazinin oluşmasını sağladı. Artık ülke içerisinde üretimde ve aynı zamanda
artık-değer sömürüsünde bulunan emperyalizm, aynı zamanda içsel bir olgu haline
gelmiştir.
1950’lerde
iktidar bloğunda güçler dengesi değişiyor
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası emperyalizmin sömürü yöntemlerindeki
ağırlığın yatırımlar yönünde belirlenmesiyle 1950 seçimleri, politik
etkinlikleriyle belli bir konjonktürde sınıf tavrı göstermiş olan küçük burjuva
sivil-asker bürokratları iktidar bloğu içinden çıkarmıştır.
İkinci Paylaşım Savaşı sonrası dönem, Türkiye'de Cumhuriyetin ilk yıllarından
beri izlenen devlet eliyle ve yardımıyla özel sermaye birikimini hızlandırma
politikasının somut sonuçlarını gösterdiği ve iktidar bloğunda emperyalizm ve
onunla bütünleşmiş yerli tekelci sermaye ile onlarla işbirliği halindeki
tefeci-tüccar ve toprak ağası üçlüsünün egemenliklerini kurup sürdürdükleri
yılları içerir.
Kiracılık-ortakçılık
ilişkisi devam ediyor
Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana 80 yıl geçmesine karşın hakim sömürücü
azınlığının kırsal kesimdeki tarım işçilerini ve küçük üreticileri sömürme
mekanizmasında değişiklik olmadı.
Doğu ve Güneydoğu bölgesindeki az topraklı ya da topraksız köylüler genellikle
doğrudan doğruya toprağını işlemeyen toprak ağalarının işletmelerinde
kiracılık ya da ortakçılık yoluyla geçimlerini sağlarlar.
Ortakçı olarak çalışan köylüler toprak ağasına hem üründen pay vererek
(ürün-rantı), hem de ücretsiz olarak onun belli işlerinde çalışarak (emek-rantı)
sömürülürler.
Kiracılık ise üreticinin ürünü paylaşmak yerine götürü bir kira ödeyerek
sömürüldüğü bir ilişkidir. Türkiye tarımında kiracılık-ortakçılık ilişkisi
küçük bir yere sahip olmasına karşın varlığını sürdürmektedir.
Kırsal
alanlar piyasaya açılıyor
1950'lerden önce Türkiye'de, küçük üreticiler genellikle kendi tüketimleri için
üretim yapar ve bunların çok küçük bir kısmını pazara çıkarırlardı.
1950'den itibaren kapitalist ilişkilerin tarımda hızla gelişmesi küçük üreticileri
pazara bağımlı hale getirmiştir. Küçük üreticiler ürününü piyasaya
çıkardığında bölüşüm ilişkileri içine girer ve sömürülmeye başlar.
Küçük üreticinin yarattığı değerin bir kısmına ona yüksek faizle borç veren
tefeci, bir kısmına da üreticinin ürününü düşük fiyata alıp ona yüksek fiyatla
tarımsal girdi ya da sanayi mallarını satan tüccar, ihracatçı ve yabancı firma el
koyar.
Tarımda
kapitalist gelişme hızlanıyor
Yoksul ve küçük köylüler hızlı makineleşme, toprak yoğunlaşması ve son
yıllarda tarımsal KİT'lerin özelleştirilmesiyle birlikte mülksüzleşerek özgür
işgücü durumuna dönüşmekte, çoğunlukla tarım kapitalistlerinin ya da devletin
çiftçilerinde işgüçlerini satarak geçimlerini sağlamaktadırlar.
Kapitalist çiftçiler Çukurova, Marmara, Ege ve Akdeniz bölgelerinde, kısmen de
buğday üretiminde İç Anadolu'da yer almaktadır. Türkiye'nin diğer yöreleri ise
hızlı bir biçimde kapitalist üretim ilişkilerinin belirlediği bir düzene
girmektedir.
Bu durumda Türkiye tarımının bugün gittikçe artan ve yaygınlaşan sömürü biçimi
emek-ücret diye tanımlayabileceğimiz sömürüdür.
Ancak, tarım işçileri örgütlü olmadıkları gibi, hemen hemen hiçbir sosyal
güvenlik hakkına da sahip değildirler. Çoğu kez ücret tayininde bile söz sahibi
olmadıklarından yoğun bir sömürünün boyunduruğu altındadırlar.
Uluslararası sermayenin resmi örgütlenmeleri olan IMF ve Dünya Bankası, -Türkiye
gibi- az gelişmiş ülkelerde 1980’lere kadar kırsal alanlarda egemen sınıfların
denetimini artırmak ve bu yolla ortaya çıkabilecek bir toplumsal muhalefetin devrimci
hareketle bütünleşmesini önlemek ve düzenin sınırları içindeki kanallara
yönlendirmek amacıyla köylülüğü (küçük üreticiliği) destekleme yönünde
ekonomi-politikalar oluşturmuştur. Bu politikalar aynı zamanda kırsal alanlarda
pazarın derinlemesine geliştirilmesini amaçlamaktaydı.
1980’lere
kadar küçük üreticilik desteklendi
Gerçekten Türkiye’de 1980’lere değin kırsal kesimde bir yandan pazar
ilişkilerinin kökleştirilmesi, öte yandan da bu ilişkilerden zararlı çıkan
küçük üreticiliğin bir ölçüde desteklenerek proleterleşme ve iç göç sürecinin
görece olarak denetim altında geliştirilmesi hedeflenmiştir.
Tarımsal girdi, kredi sübvansiyonları ve temel ürünlerdeki fiyat destekleriyle
yürütülen bu politikayla kırsal nüfusun gelir düzeyinin belirli bir seviyede
tutulması esas alınmıştır.
Bu politika, feodalizmin devrimci tarzda tasfiye edilemediği koşullarda, aynı zamanda
feodal egemen sınıflarla sürdürülen -zorunlu- bir işbirliğini ifade etmektedir. Bu
işbirliği, yeni -sömürgecilik uygulamalarının ilk döneminin en tipik özelliğini
oluşturmaktadır.
Tarımsal ürünlere sağlanan desteklerin etkisiyle köylülüğün (küçük
üreticilerin) milli gelirden aldığı pay görece olarak artma olanağı bulmuştur.
1960-61=100 kabul edildiğinde iç ticaret hadleri tarım lehine bir gelişme göstererek
1976’da 117’ye ulaşmıştır.
1980’den
sonra kırsal alanda mülksüzleşme hızlandırıldı
1980 ekonomik krizinin açık biçimde emperyalizmin yeni sömürgecilik yöntemlerinin
tıkanması sonucu ortaya çıkması, emperyalizmin azgelişmiş ülkelere yönelik
politikalarında değişikliği zorunlu kılmıştır.
Bu değişikliğin en temel halkası, küçük üreticiliğin desteklenmesi politikasında
vazgeçilmesi olmuştur. Bu politika değişikliği köylülüğün mülksüzleştirilmesi
ve bu yolla kırsal nüfusun azaltılmasını gündeme getirmiştir.
Türkiye’de 1950-80 döneminin iç pazara dönük sermaye birikimi modeli, 1970’lerin
ortasında başlayan ve sonlarına doğru derinleşen yoğun bir krize girdi. İthal
ikameci model ve buna bağlı Türkiye kapitalizminin dünya ekonomisine eklenme biçimi,
uzun süre sermaye birikimi temelini oluştururken, 1970’lerin ikinci yarısından
başlayarak birikimin sürmesi önünde bir engel durumuna geldi.
1970’lerin sonlarına doğru burjuvazi açısından yeni bir birikim modeline geçiş
artık dayatmış durumdaydı. Bu zorunluluk yalnız yerli sermaye için değil, yeniden
üretim ölçeğini dünya çapında gerçekleştiren, ancak Türkiye kolunda tıkanmalar
yaşayan uluslararası sermaye açısından da geçerliydi.
Tıkanan birikim modelinin yerine yenisini geçirme istekleri onlardan da geliyordu.
Uluslararası sermayenin denetimindeki IMF ve Dünya Bankası gibi kuruluşlar istikrar ve
uyum politikalarını içeren reçeteler dayatıyordu.
24
Ocak-12 Eylül süreci: Tarımı “uyumlandırma” başlıyor
Uluslararası sermayenin dayatmaları ve IMF buyrukları doğrultusunda, krize çözüm
savıyla 24 Ocak 1980 Kararları olarak bilinen istikrar programı yürürlüğe konuldu.
ABD patentli 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte bu kararların siyasal tablosunu
tamamlayarak bir baskı ve terör ortamı yaratıldı. Böylece 24 Ocak’ın
uygulanabilmesi için gerekli “istikrar” sağlanmaya çalışıldı.
Tıkanan ithal ikameci birikim modelinin yerine geçirilmeye çalışılan “dışa
açılmacı” birikim modeli perspektifi bu kararların özünde yatıyordu. Bu
perspektif, fiyatlara serbestlik kazandırılması ve sermayenin emeğe karşı
güçlendirilmesini içeriyordu.
Yapısal uyum programlarının yöntem, etki ve sonuçları en açık biçimde tarım
kesimindeki değişimde kendini göstermiştir. Gerçekten 24 Ocak Kararlarıyla
başlatılan istikrar ve uyum programlarının yürürlüğe konulmasıyla devletin tarım
kesimine karşı yaklaşımı değişmiş, fark 1984 başından itibaren iyice
belirginleşmeye başlamış, dönemin sonuna doğru iyice keskinleşmiştir.
Amaç
tarımsal üretimin denetim altına alınması
24 Ocak programının Türkiye tarımına yönelik temel politikası, tarım üretiminden
pazarlamaya değin her aşamasında emperyalizm tarafından denetlenebilir hale
getirilmesidir.
Bu denetimin sağlanabilmesi için öncelikle, küçük üretici ve küçük ölçekli
tarımsal üretimin tasfiye edilerek, yerine büyük ölçekli işletmelerin
oluşturulması gerekiyordu. 1980 sonrası Türkiye tarımında uygulanan politikalara
bakıldığında, tüm uygulamaların bu amaca yönelik olduğu görülecektir.
1980 sonrasının tarım programları -tıpkı genel ekonomik ve siyasi politikalar gibi-
IMF ve Dünya Bankası’nın buyruklarıyla belirlenmiştir. Bu programın arka
planında, ülke ölçeğinde pre kapitalist ilişkilerin aşama aşama eritilmesi ve
genel ekonomik ve siyasal yapılanmanın tam denetime açılarak, kapitalist ilişkilerin
daha sistematik ve örgütlü duruma getirilmesi yatmaktadır.
1980 yapısal uyum programlarıyla birlikte tarım yönetimi aşağıdan yukarıya doğru
erimeye ve bunun sonunda da işlev değiştirmeye başlamıştır. Temel tarım
girdilerinin sağlanması ve dağıtımda kamunun tekel konumuna son verilmiş, kamunun
tarımda fiyat ve destekleme alımı işlevi büyük ölçüde terk edilmiş, tarıma
dayalı sanayi tümüyle özel sektöre bırakılmış, bu üç değişiklikle birlikte
tarımsal kredi sistemi destekleme niteliğinden sıyrılmıştır.
Devlet-köylü
ilişkisi kırılıyor yerini sermaye-köylü ilişkisi alıyor
1980’li yılların başından itibaren sanayi-devlet-tarım zincirinde halkaların
diziliş sırası değiştirilerek devlet-sanayi-tarım haline getirilmiştir.
Başka bir deyişle devlet-köylü doğrudan ilişkisi kırılmış, sermaye-köylü
ilişkisi kurulmaya çalışılmıştır, yani devlet sermayenin arkasına yerleşmiştir.
Bu ilişki sektörün yönetim yapısını da doğrudan etkilemiş, mevcut kurumsal
yapının tasfiyesi gündeme gelmiştir.
Tarım politikalarındaki değişiklikle birlikte, mevcut kurumlar bir anda işlevsiz ve
işsiz kalmışlardır. Varlık nedenlerinin ortadan kaldırılmasıyla bir anda
kaynakları da daralan bu kurumlar, cari giderlerini karşılamak için yüksek faizli
banka kredilerine başvurmak zorunda kalmışlardır.
Bu anlamsız ancak hesaplı döngü, özelleştirme politikaları için bürokratik
desteği sağlamanın çok yüksek maliyetli, ancak bir o kadar da etkili yöntemlerinden
birisi olmuştur.
1970’lerin sonlarına doğru, büyük burjuvazi IMF ve Dünya Bankası tarımsal
destekleme alımlarının bütçe üzerinde bir yük oluşturduğunu, bunun da
enflasyonist etkilere yol açtığını belirtiyor, ayrıca dışa açılma
politikasının bir gereği olarak iç talebi kısmak için de taban fiyatlarının
düşük belirlenmesini istiyorlardı.
Ürün
fiyatları baskı altında tutuluyor
Özellikle 1980’li yılların ilk yarısında 12 Eylül terörü sayesinde tarımsal
ürün fiyatları baskı altında tutuldu, taban fiyat artışları enflasyonun altında
belirlendi.
Destekleme alımı kapsamındaki ürün sayısı 24’ten 10’a indirildi. Destekleme
alımlarının toplam üretim miktarı içindeki payı azaltıldı. Kamu kurumlarınca
yapılan ürün bedeli ödemeleri büyük gecikmelerle gerçekleştirildi.
Destekleme alımlarının tarımsal katma değere oranı 1976’da yüzde 14.7 iken, bu
oran 1988’de yüzde 5.5’e düşürüldü. Tarımsal kredi ve girdilere verilen
sübvansiyonlar azaltıldı. 1983-90 yılları arasında tarım ürünleri fiyatları 17
kat artarken, tarımsal girdi fiyatlarındaki artış 24 katına ulaştı.
Tarımda
özelleştirme süreci başlıyor
1980 sonrası yapısal uyum programlarının ayrılmaz bir parçası olarak dış ticaret
serbestleştirildi. 1985 yılında Dünya Bankasıyla imzalanan 300 milyon dolarlık
tarım sektörü uyum kredisi çerçevesinde tohumluk ve gübre fiyatları ile birlikte
dış ticareti de serbest bırakıldı.
Tarımsal girdilerde hızlı serbestleşme, tekel konumunda etkinlik gösteren TİGEM ve
TZDK gibi kamu kuruluşlarının varlık nedenini ortadan kaldırdı. Bu süreçte
TİGEM’in işlevleri aşındırıldı ve çokuluslu tekeller temelinde özel sektöre
devredildi.
Kısa sürede özel tohumculuk şirketlerinin sayısı 3’ten 60’a çıktı. TZDK’nin
gübre piyasasındaki payı 1980 yılında yüzde 95 iken on yıl içerisinde yüzde 10
gibi önemsiz bir konuma geriletildi ve kurum bu süreçte varlık temelini yüzde 90
oranında yitirdi.
Tütünde
yerli TEKEL yerine uluslar arası tekellerin hakimiyeti hedefleniyor
Tütün ekim ve sanayiinin özel sektöre açılması için uluslararası tütün
tekelleri ve yerli ortaklarının yaptığı baskılar sonucu 1984’te, TEKEL’in
yabancı sigara ithaline izin verildi.
1991’de yurt içinde sigara üretimine ilişkin son kısıtlamalar da kaldırılarak,
yerli ve yabancı firmaların tütün mamulleri üretmesinin yolu açıldı. Böylelikle
sigara pazarında yerli TEKEL yerine, uluslararası tekellerin egemenliğini sağlayarak
bir süreç başlatıldı.
1985’te Türkiye’de toplam sigara tüketimi içinde yüzde 6 olan yabancı
sigaraların payı 1990’da yüzde 25.3’e ulaştı.
Çaykur
yerine Lipton ve Sir Winston Tea
Çay tüketiminde dünyanın 5. büyük pazarı olan Türkiye’de 1984’te özel
sektöre yaş çay satın alma, işleme ve paketleme tesisleri kurma hakkı tanındı.
Sektördeki kamu kuruluşu ÇAYKUR’a yeni yatırım olanağı verilmezken, özel
sektöre yatırım yapması için büyük teşvikler sağlandı.
Çaya özel sektörün girmesiyle, bu kesimin teknolojik yeniliklere öncülük edeceği
görüşünün gerçek dışı olduğu ortaya çıktı. Teknik ve hijyenik olmayan
koşullarda üretilen kuru çay, ancak ÇAYKUR’un ambalajları taklit edilerek
pazarlanabildi.
Özel sektör ihracat yapmadı, aksine ithalat yaptı. Öte yandan günlük çay işleme
kapasitesinin ancak yüzde 32’sini kullanabildi. Üreticiden satın aldığı çay
bedellerini büyük gecikmelerle ödedi, kimi zaman da hiç ödemeyerek üreticileri güç
durumda bıraktı.
Tarımda
bölüşüm ilişkileri sermaye lehine değişiyor
Türkiye gibi küçük mülkiyete dayanan üreticiliğin en yaygın işletme türü
olduğu bir tarımsal yapıda; tarımın ticaret hadlerinde, tarımsal ürünlerde nihai
kullanıcıların ödedikleri fiyatlarla çiftçinin eline geçen ticari marjlarda ya da
köylülüğün ödediği faiz yükünün tarımsal katma değer içindeki payında zaman
içindeki değişmeler, köylülüğün yüz yüze geldiği sömürü oranlarındaki
değişmeleri yansıtır.
1977’yi izleyen 10 yıl boyunca çiftçinin eline geçen fiyatlarla, ödediği
fiyatları karşılaştıran fiyat makası (tarımın ticaret hadleri) yüzde 45 oranında
gerilemiştir.
Bu, Cumhuriyet tarihi boyunca Türkiye tarımının karşılaştığı en ağır fiyat
şokudur. 1976-79 ile 1988 yıllarının fiyatları karşılaştırıldığında, ekmek
fiyatı ile çiftçinin eline geçen buğday fiyatı arasındaki makasın yüzde 52,
margarin ile ayçiçeği arasında ise yüzde 79 oranında ekmek ve margarin lehine
genişlediği görülmektedir.
Aynı şekilde pamuk ve tütün için 1976-89 arasındaki birim ihraç fiyatları ile
çiftçinin eline geçen fiyatlar arasındaki makas yüzde 175-180 arasında
açılmıştır. Bir başka deyişle, bu dönemde sanayi ve ticaret sermayesinin göreli
durumu çiftçi aleyhine düzelmiştir.
Öte yandan, bu dönemde piyasaya dönük küçük/orta köylülüğün yarattığı
tarımsal safi hasılanın yüzde 7.7‘sine tefeci faizi biçiminde el konduğu
belirlenmiştir.
Tarımın milli gelirden aldığı pay azalıyor
1960 ve 1970’li yıllarda Türkiye’de yapılan sabit sermaye yatırımlarının
genellikle yüzde 10’u tarım kesimine yapılırken, özellikle 1980’li yılların
ikinci yarısında hızlı bir düşme eğilimine girerek 1990’da yüzde 6.6’ya
gerilemiştir. 1980-90 döneminde tarımdaki istihdam yüzde 11 oranında azalmasına
karşın, tarımın GSMH’deki payı yüzde 33 oranında azalarak yüzde 24.2’den
yüzde 16.3’e düşmüştür. Tarımdaki yoksullaşma süreci, sektörler arası gelir
dağılımı incelendiğinde, daha iyi anlaşılmaktadır. 1980’de kişi başına gelir
tarıma göre sanayide 4.6 kat yüksek iken, 1988’de daha da kötüleşmiş ve 5.7
katına çıkmıştır.
Tarımda ithalat patlaması yaşanıyor
1980-90 döneminde tarımda yıllık katma değer artış hızının yüzde 1.3
olmasına karşılık, ortalama (yıllık) nüfus artış hızı yüzde 2.3 olmuştur.
Dış ticaretin serbestleşmesiyle birlikte tarım ürünleri ihracatının yaklaşık 1.5
kat artmasına karşılık, ithalat 26 kat artmıştır. İthalat özellikle hayvansal
ürünler ve meyve ile bunların işlenmişlerinde yoğunlaşmıştır.
IMF/Dünya Bankası politikaları orta köylü grubunu eritiyor
1980-90 yıllarını kapsayan dönemde IMF ve Dünya Bankası’nın dayatmalarıyla
12 Eylül diktatörlüğünün izlediği emek karşıtı politikalar sonucu, orta köylü
grubu önemli boyutlarda erimiş, topraklarını genişleten bir bölüm zengin köylü
işletmesi büyük toprak sahibi haline gelmiştir.
Bu dönemde 1000 dönümün üstünde toprağa sahip işletmelerin kontrol ettiği toprak
oranı yüzde 4.2’den yüzde 10.7’ye yükselmiş, toprak dağılımında süregelen
eşitsizlik daha da artmıştır. Fonksiyonel dağılım olarak 1976’da tarımın milli
gelirden aldığı pay yüzde 31.3 iken 1988’de yüzde 16.6’ya gerilemiştir.
Tarım gelirlerindeki bu hızlı aşınmaya karşılık “kâr-faiz-rant”tan oluşan
gelirlerde ise büyük artışlar olmuş; 1980’de payı yüzde 50’yi bile bulmayan bu
gelirler, 1988’de yüzde 70’e yaklaşmışlardır.
1989’da “reform” süreci bitiyor, ekonomi tıkanıyor
1988’e gelindiğinde reform süreci ivmesini yitirmiş ve ekonomi de bir tıkanma içine
girmiştir. 1988’in tüm makro ekonomik verileri “ihracata yönelik büyüme”
politikalarının ekonomik ve toplumsal sınırlarına ulaşıldığını göstermektedir.
Buna ek olarak emek örgütleri ve sendikalar 1988’den başlayarak seslerini duyurmaya
başlamışlar ve ekonomideki “popülist” eğilimlerin de etkisiyle, reel ücretler
kamu kesiminden başlayarak tırmanmaya başlamıştır.
Tarım kesimine yönelik fiyat destekleri de bu dönemde yoğunlaşmış, 1989-93
yılları arasında bir iç ticaret hadleri yüzde 31 oranında tarım lehine
düzelmiştir.
1990’lar, mali serbestleşmenin tamamlandığı dönemdir. Bu gelişimin son
aşamasını 1989’da TL’nin konvertibiliteye geçmesi (yani dövize çevrilmesinin
serbestleşmesi) oluşturmuştur.
Böylece yarı-sanayileşmiş, rekabet gücü sınırlı, emperyalizme bağımlı
Türkiye ekonomisi, korumasız biçimde dünya ekonomisiyle rekabetin içine itilmiştir.
Ancak ekonominin dış dünya ile ilişkisinde parasal akımların gelişimi reel
ekonominin önünde bir ayak bağı haline gelmiş, sürekli borçlanma ve tüketim
harcamalarına dayalı bu model, bir süre sonra tıkanmış, Türkiye kapitalizmi 1994
yılı başında derin bir ekonomik krize düşmüştür.
5 Nisan'da yeniden tarımı uyumlandırma (çökertme) politikalarına dönülüyor
Kriz karşısında burjuvazinin çözümü resmi adı “Ekonomik Önlemler Uygulama
Planı” olan 5 Nisan kararlarını almak oldu. Standart istikrar programlarının temel
öğelerinin çoğunu içeren ve Temmuz 1994 başında IMF tarafından bir stand-by
anlaşması ile onaylanan bu programın özü üç noktada özetlenebilir; ücret, maaş
ve tarımsal desteklerin düşürülmesi, kamu açıklarının azaltılması ve devletin
özellikle mal ve hizmet üretimi alanındaki ekonomik rolünün köklü biçimde
daraltılması.
Bu program tüm üretken sektörler gibi tarımı da derinden etkileyen kararları
içeriyordu. Programa göre destekleme fiyatlarının belirlenmesinde dünya fiyatları
dikkate alınacak; hububat, şekerpancarı ve tütün dışındaki ürünler destekleme
kapsamından çıkarılacak; tarımsal KİT’ler ve TSKB’nin Merkez Bankası’nca
finansmanına izin verilmeyecek; tarımsal girdi sübvansiyonlarına sınırlama
getirilecek; EBK ve YEMSAN’ın özelleştirilme işlemleri sonuçlandırılacak; EBK,
TZDK ve TEKEL’e ilişkin kimi işletmeler kapatılacaktır.
1994-95 yılları bu kararların etkisiyle düşük alım yıları olmuş, kararların
ardından emek karşıtı kriz yönetimi sonunda tarım kesiminin göreli fiyatları
yüzde 10 dolayında aşınmıştır.
Öte yandan bu kararlarla birlikte tarımsal KİT’leri hedef alan özelleştirme
saldırısı ivme kazanmış YEMSAN, SEK ve EBK işletmelerinin büyük bölümü 1994-95
yıllarında satılmıştır.
Küreselleşmenin yeni araçları: Gümrük Birliği ve GATT Uruguay Anlaşması
1990’lı yılların ortalarına gelindiğinde iki küreselleşme öğesi daha güçlü
biçimde bu tabloya eklendi: GATT Uruguay Anlaşması’nın tarımda da
serbestleştirmeyi getirmesi; AB ile GB’de son aşamaya geçişin getirdiği AB’nin
Ortak Tarım Politikalarını Türkiye’nin kendi kaynaklarından finanse ederek
uygulaması ve tarımda serbest dolaşıma geçiş.
GATT Uruguay Anlaşması pazara giriş (ithalat kısıtlamaları), ihracat
sübvansiyonları (rekabeti) ve iç destekler konularında bazı kurallar (yasaklar)
koymakta ve bu alanların her birinde uygulanacak indirimleri düzenlemektedir.
Bu anlaşma ihracata sağlanan destekleri ve ithalat kısıtlamalarını azaltarak, dünya
tarım ürünleri ticaretinde serbest rekabeti egemen kılmaya çalışmakta, böylece
eşit olmayan güçleri karşı karşıya gelmeye zorlayarak haksız bir rekabet
yaratmaktadır.
Anlaşma, başta ABD ve AB olmak üzere emperyalist metropollerin ihracat olanaklarını
artırma amacına hizmet etmekte, bunların yükselen ürün stoklarını eritmelerini
sağlamaktadır. Bu süreç, özellikle et ve süt gibi ürünlerde ithalatçı konumda
olan Türkiye için de, olumsuz sonuçlar üretmektedir.
Türkiye ile AB arasında yapılan Gümrük Birliği Anlaşması 31 Aralık 1995’te
yürürlüğe girmiştir. Tarım alanında Türkiye-AB ilişkileri; tarım ürünlerinin
serbest dolaşımı: Türkiye tarımının OTP’ye uyumu, karşılıklı tarım tavizleri
ve işlenmiş tarım ürünleri konuları olmak üzere üç yönlü bir gelişme
göstermektedir.
GB Anlaşmasında Türkiye’nin ekolojik koşullarının kendisine belli bir
üstünlük sağladığı başta domates-salça konservesi olmak üzere meyve-sebze-su
konserveleri kapsam dışında bırakılırken, AB’nin ortak tarım fonlarının yüzde
40’ından fazlasının ayrıldığı bünyesinde şeker, hububat ve süt bulunduran
işlenmiş tarım ürünler (çikolata, şekerleme, bisküvi, pasta, makarna, dondurma
gibi) anlaşma kapsamına alınmıştır.
Türkiye’nin çıkarlarına açık biçimde aykırı olan bu kapsam belirleme, GB
Anlaşmasının uygulanmaya başlamasıyla, Türkiye-AB dış ticaret dengelerinin hızla
Türkiye aleyhine bozulmasına yol açmıştır.
Türkiye ile AB arasındaki ticarette AB lehine olan açık büyüyerek sürmüş; 1995
yılında 5.8 milyar dolar olan ticaret açığı 1996’da 11.4, 1997’de ise 12.6
milyar dolara yükselmiştir. 1998 yılında söz konusu açık 10.6 milyar dolar olarak
gerçekleşmiştir.
Büyümeden büyük krize doğru (1995-1999)
Türkiye 1990’lı yılları giderek sıklaşan aralıklarla yaşanan kriz sürecinde
geçirmiştir. Bu on yıl boyunca uygulamaya konan -1994 5 Nisan Kararları, 1998 IMF
yakın izleme anlaşması gibi- kısmi istikrar programlarının kalıcı bir başarısı
olmamıştır.
1998 Asya ve Rusya krizlerinden de olumsuz yönde etkilenen ekonomi, ağır bir daralma
içine girmiş, ekonomik kriz 1998’in ikinci yarısından başlayarak derinleşmiştir.
Burjuvazinin bu krizi de aşmak için çözümü yine değişmemiş, IMF ile Aralık
1999’da 18. stand-by anlaşması yapılmıştır.
IMF ile 18. stand-by
anlaşması: Tarıma son darbe vuruluyor
IMF ve Dünya Bankası’nın çokuluslu sermayenin çıkarları doğrultusunda
dayattığı istikrar programı, sözde “tarım reformu” adı altında, tarım
desteklerini ortadan kaldırarak, tarım kesimini dünyanın acımasız piyasa ekonomisi
karşısında korumasız bırakmayı ve Türkiye’yi uluslararası tarım sermayesinin
çiftliğine dönüştürmeyi hedefleyen taahhütler içermektedir.
Kamuoyuna “tarımsal reform ve tarımda yeniden yapılanma programı” diye sunulan
bu program, kesinlikle reform değil, tarımın çökertilmesi programıdır. Reform
taslağı 1997’nin son aylarında Türkiye’yi ziyaret eden Dünya Bankası
uzmanlarınca hazırlanmış, 1997 ve 1998’de “Tarımsal Destekleme Politikası
Önerileri” başlığıyla yayımlanmıştır.
Bankanın Türkiye’ye önerdiği (ya da dayattığı) tarım reformu paketi, 9 Aralık
1999’da IMF’ye verilen ilk (özgün) niyet mektubu ve ek niyet mektupları ile 10 Mart
2000’de Dünya Bankası’na verilen kalkınma politikası mektubu ve 27 Mayıs
2000’de söz konusu Banka ile yapılan ikraz anlaşmasında değiştirilmeksizin yer
almıştır.
IMF ve Dünya Bankası’nın tarım reformu programına göre, mevcut destekleme
politikaları ortadan kaldırılarak doğrudan gelir desteği sistemine geçilecek; bu
sisteme tam olarak geçilinceye dek destekleme fiyatları dünya piyasa fiyatlarına
bağlı olarak belirlenecek; tarımsal ürün ithalatındaki gümrük tarife oranları
azaltılacak; çiftçilere verilen kredi ve girdi sübvansiyonları aşama aşama
kaldırılacak; tarımsal KİT’ler ticarileştirilecek özelleştirilecek; tarım
satış kooperatif ve birliklerinin tüm öncelik hakları ortadan kaldırılacaktır.
Çiftçiyi destekleme araç ve kurumları yok ediliyor
Program hükümet tarafından adım adım uygulamaya konulmuştur. Hiçbir ülkede tek
başına destekleme politikası olarak uygulanmayan doğrudan gelir ödemeleri sistemi
önce pilot uygulama olarak başlatılmış, sonra tüm ülke ölçeğinde
yaygınlaştırılmıştır.
Destekleme fiyatları dünya fiyatları ve hedeflenen enflasyon oranına göre
belirlenmiştir. Çiftçilere devlet bankalarınca sağlanan kredi sübvansiyonları
kaldırılmıştır. Girdi sübvansiyonları önce nominal olarak sabit tutularak reel
olarak enflasyon oranında aşınmaya terk edilmiş, daha sonra tümüyle
kaldırılmıştır.
Tarım satış kooperatif ve birlikleri yasasında yapılan değişiklikle bu
kuruluşların sınai tesislerine anonim şirket statüsü verilerek özelleştirmeye
uygun hale getirilmesi hükme bağlanmıştır. Birlikler bundan böyle çiftçiden
aldığı ürünleri işlemeden yerli ya da yabancı tüccar ve sanayiciye satarak,
üretici ile tüccar arasında köprü işlevi üstlenecekler.
Öte yandan bu kuruluşlara kamunun herhangi bir mali destekte bulunamayacağı bir yasa
hükmü olarak düzenlenmiştir. Dünyada hiçbir egemen devlette bulunmayan bu düzenleme
ile üretici birliklerinin çökertilmesi ve tasfiyesi hedeflenmektedir. Tarımsal
KİT’lere özelleştirme saldırısı ivme kazanıyor
IMF ve Dünya Bankası’na verilen niyet mektuplarında, tarımsal reform programının,
devletin tarımsal üretim ve tarımsal sanayide doğrudan bir rol almaktan çekilmesine
yönelik orta vadeli hedef doğrultusunda, sektördeki devlet varlıklarının
ticarileştirilmesini ve özelleştirilmesini kapsadığı belirtilmiştir.
1990’ların ilk yarısında ekonomik krizin derinleşmesine koşut olarak yoğunlaşan
özelleştirme saldırısı, bu taahhüt uyarınca ivme kazanmış, yerli ve yabancı
tekellerce yağmalanan YEMSAN, SEK, EBK, ORÜS ve TZDK gibi tarımsal KİT’lerin
ardından TÜGSAŞ, İGSAŞ, TİGEM, Ziraat Bankası, TŞFAŞ, ÇAYKUR ve TEKEL bu
saldırının yeni hedeflerini oluşturmuştur.
Özelleştirme İdaresi, sermayenin satış acentesi gibi çalışmaya devam ediyor,
özelleştirme hedeflerini genişletiyor. Özelleştirme saldırısının sermaye
birikimini hızlandırması ile tekelci sermaye, kendi egemenliğini iktidar bloğunun
diğer bileşenleri ve toplumun bütünü üzerinde daha kısa sürede ve daha kolay bir
biçimde kurmak istiyor.
Sigara, çay, şeker piyasası tekellere bağışlanıyor
2000’li yılların başında Türkiye’de sigara pazarının yüzde 30’u
uluslararası tütün tekelleri (Philip Morris ve Japan Tobacco) kontrol ediyor. İçilen
her 10 sigaradan 6’sı yabancı tütünlerden üretiliyor.
Ancak bunlar pazarın tümünü ele geçirmek ve yerli tütüncülüğü çökertmek için
TEKEL’in özelleştirilmesini dayatıyorlar. Cargill’e pazar yaratmak için şeker
fabrikaları, Karadeniz çayı yerine piyasaya Lipton ve Sir Winston Tea’nin egemen
olması için çay fabrikaları özelleştiriliyor.
Tohum piyasası Cargill ve Monsanto’ya; et ve süt Koç’a, Yaşar’a, Sabancı’ya,
Nestlé’ye teslim edildi. Gübre piyasası Tekfen’e, kamuya ait tarım işletmeleri
(TİGEM) ise ortaklık adı altında tarım-gıda tekellerine bağışlanmak isteniyor.
GAP’ta yaratılan değerler feodallere ve yerli-yabancı sermayeye akıtılıyor
Bu arada yarı-feodal ilişkilerin bir ölçüde etkinliğini sürdürdüğü
Güneydoğu Anadolu’da 1990’larda kısmen de olsa yaşama geçirilen ve
“Türkiye’nin en kapsamlı bölgesel gelişme projesi” olarak sunulan GAP’ta,
devletin olanakları feodal ağalara, bölgede toprak kapatan yerli ve yabancı sermaye
çevrelerine akıtılıyor, yoksul köylüler ise devre dışı bırakılıyor.
GAP, bölgede yeni sömürü mekanizmalarının (örneğin sözleşmeli üreticilik gibi)
geliştirilmesinden ve işsizliği, göçü başka bir boyuta taşımaktan öte bir işe
-bölge insanı açısından- yaramıyor.
“Ağa” marabalığından “şirket” marabalığına
IMF ve Dünya Bankası reçeteleri, Türkiye’yi tarımda kendine yeter bir ülke
olmaktan tümüyle çıkarıyor, küçük ve orta ölçekli işletmelerden oluşan
Türkiye tarımını çökertiyor, tarım üretimden pazarlamaya değin uluslararası
tekeller ve onların yerli acentelerinin denetimine giriyor.
Uluslararası sermayenin tarımdaki kontrolü artarken, tarımsal üretim Türkiye
insanının gereksinimlerine göre değil, tekellerin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre
ve onların belirlediği koşullarda yapılıyor.
Yerli üreticiler -şimdilik- “sözleşmeli çiftçi” adı altında bu tekellerin
“taşeronu” olmaya hazırlanıyorlar, tamamen tasfiye edilecekleri günler ise çok
uzak gözükmüyor. Emekçiler çözümü kendi iktidarında ve kendi programında
aramalıdır
Türkiye, pek çok iklim ve toprak tipinin görüldüğü bir ülke olması nedeniyle çok
zengin bir bitki çeşitliliğine sahip olmasına rağmen, IMF ve Dünya Bankası
tarafından yönlendirilen programlarla tarımı bitirilmek üzeredir.
1990’larda yaklaşık 28 milyon hektar olan ekim alanları, bugün 27 milyon hektara
gerilemiştir. Buğday üretiminin bu yıl 19 milyon tonun altına düştüğü tahmin
ediliyor. Bitkisel yağ açığına karşın geçen yıl 850 bin ton olan ayçiçeği
üretiminde bu yıl 50 bin tonluk bir düşüş yaşanmıştır.
Nohut, fasulye ve mercimek üretiminde de düşüşler devam etmektedir. DİE
verilerine göre 2003 yılının ocak-temmuz döneminde 2002 yılının aynı dönemine
göre tarımsal ihracat yüzde 14, buna karşılık ithalat ise yüzde 28.5 artmıştır.
Prof. Korkut Boratav 1999-2002 yılları arasında tarımsal fiyatlarla sanayi fiyatları
arasındaki makasın yüzde 36 oranında tarım aleyhine açıldığını, yani son üç
yılda bölüşüm ilişkilerinin çiftçi/köylü aleyhine, yerli ya da yabancı sınai
sermaye lehine dönüştüğünü vurgulamaktadır.
Aynı şekilde İktisatçı Mustafa Sönmez’in hesaplamalarına göre; 2000 yılında
milli gelirden yüzde 11.8 oranında pay alan çiftçilerin payı kriz yılı 2001’de
yüzde 10.3’e, 2002’de ise yüzde 9.7’ye gerilemiştir.
Ekim alanları
daralıyor, üretim düşüyor, ihracat geriliyor, ithalat artıyor, çiftçi
yoksullaşıyor. Tarımının bu sarmaldan kurtulabilmesi için, çokuluslu tarım
tekellerinin ihtiyaç ve yönlendirmelerine göre değil, Türkiye insanının
ihtiyaçlarına ve ülkenin doğal -iklim ve toprak- koşullarına göre oluşturulacak
bir tarım programı hayata geçirilmelidir.(NO/BB) |