mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu

 

Para ve Merkez Bankası: Bağımsız bir Merkez Bankası mümkün mü? 

 

Ahmet Öncü - Ahmet Köse

 

politik iktisat yazıları / Evrensel Gazetesi

 

2.02.2005

 

 

Modern kapitalist ekonominin evriminin izlenmesinde zenginlik ve zenginliğin para biçiminde örgütlenme tarihinin önemli bir rehber işlevi gördüğü açıktır. Modern zamanların zenginlik ve biriktirme tarzları para ve para kurumlarının örgütlenme ağlarının tarihsel gelişiminin ayrılmaz bir parçası olagelmiştir. Gündelik hayatımızın her alanına - cebimizdeki nakit paradan kredi kartlarına, döviz büfelerinden bankalara, borsa işlemlerine değin - nüfuz eden bu örgütlenme ağının başlangıcını, modern toplumların doğduğu tarihsel mekân olarak kabul edilen onbeşinci yüzyıl Batı Avrupa’sına götürmek yanlış olmaz. Bu tarihten itibaren para tacirlerinden bankalara, bankalardan merkez bankalarına doğru uzanan bir evrim sürecinde paranın toplumdaki işlevi ve devlet örgütlenmesiyle kurduğu bağlar önemli dönüşümler ve değişimler içermiştir.

 

Bu açıdan şu hatırlatmayı yapmak önemlidir: Para ve devlet örgütlenişi iç içe geçmiş bir tarihin ürünü olarak görünseler de, paranın örgütlenmesinin bir devlet örgütlenmesine dönüşümünün tarihi ancak merkez bankalarının oluşumuyla mümkün olmuştur. Napolyon Savaşları sırasında İngiliz Merkez Bankası’nın yapılanışı, kamu maliyesi ve ulusal para arasındaki ilişkinin kuruluşunun başlangıcı kabul edilebilir. Bu tarihte Merkez Bankası ve para basma yetkisi devlete vergi gelirlerinin yanı sıra ek bir senyoraj geliri yaratma yetkisi sağlayarak, ulusal para ile kamu maliyesinin tamamlayıcı bir ilişkiye sahip olmasının yolunu açmıştır. Kıta Avrupa’sının 19.yy sonrası tarihini devletler sistemi içersinde ulusal para idarelerinin (Merkez Bankalarının) oluşum tarihi olarak görmek mümkündür. Unutulmaması gereken şey bu bankaların hemen tümünün ulusal özel sermaye gruplarının katılımlarıyla oluşturulan anonim şirketler olarak örgütlenmiş oluşudur. Yani devlet ve para sermayenin temel örgütlenme alanı olarak Merkez Bankalarının tarihi, sermaye ve devletin iktidar sözleşmesinin tarihidir. Karl Polanyi, Büyük Dönüşüm adlı eserinde 19.yy sonrası modern dünya ekonomisinin temel çelişkisinin tam da bu ilişki üzerine odaklandığına işaret ederek, bir özel mülkiyet ilişkisi olarak para sahipliyle (yüksek finans) devlet örgütlenmesi olarak paranın toplumsal ve siyasal rolü arasındaki uyumsuzluklara vurgu yapmaktadır. Bu uyumsuzluğu, o tarihin merkez devleti olan İngiltere’nin finans ve sermaye gruplarının “paranın kurallarını” ekonominin (yani piyasaların!) kurallarına tabi kılma istek ve dayatmalarının, Almanya’nın ulusal para iradesini devlet siyasetine tabi kılma ve destekleme yönündeki politikalarıyla çelişkisinde görmek mümkündür. Hatırlanacağı gibi, 19.yy’ın sonunda devletler düzeyindeki para idaresinin merkez devlet bloğu içinde giderek çatlaması önceleri sermayelerin sermayelerle kıyasıya rekabetini yaratmış ve ardından bu çatlak devletlerin devletlerle savaşına yol açmıştır. Bu tarihsel olgu yeniden yorumlanacak olunursa, paranın piyasa kurallarına tabi olması talebi küresel düzeyde para ilişkisinin o tarihin en güçlü devleti olan İngiltere’nin özel sermaye bloğunun çıkarlarına tabi olması çağrısından başka bir şey değildir. Para ilişkisini kürsel sermaye ilişkisinden koparmayı öngören ulus devlet temelli siyaset yönelimi ise, o tarihin özellikle Almanya’sının kürsel ilişkilerden bağımsız bir devlet ve sermaye ilişkisi oluşturma arayışının doğrudan bir sonucudur.

Bu açıdan tarihsel olarak dünya kapitalist sisteminde “paranın örgütlenme yolunu izlemek” sistemin temel yapısı ve işleyişi hakkında önemli ipuçları sunmaktadır: Para ilişkisi, kapitalist toplumda bir sermaye ilişkisi olduğu kadar siyasal bir ilişkidir. Devletin ulusal parası ve mali sistemi üzerindeki denetimi toplumsal sınıflar arası sermaye ilişkisini düzenleyebilme gücünün de bir göstergesidir. Bu açıdan bir ulusal devletin geniş anlamda parasını denetleme gücü ve bu gücün geçirdiği farklı evreler bize ulusal devletin toplumsal sınıflar ve dünya sistemiyle kurduğu ilişkinin de yol haritasını sunar.

 

20.yy’ın başından İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna değin süren dönemde dünya sistemi içinde ortak bir para sisteminin olmadığı bilinen bir gerçektir. Merkez Bankaları arasındaki ilişkinin temelini oluşturan Altın Standardı sistemi çökmüş ve alt para blokları oluşarak sermayeler arası rekabet çelişkisi devletler düzeyindeki siyasal bir çelişkiye dönüşmüştür. İki dünya savaşı ve 1929 Büyük Buhranı’nın yaşandığı bu dönem şimdilerin merkez devleti ABD’nin de dünya sisteminde güç kazanmaya başladığı dönemdir. Bu dönemde ABD başkanı Franklin Roosevelt’in, 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından, “ulusal para idaresinin yüksek finans çıkarlarına bırakılamayacak kadar önemli olduğunu” ilan eden konuşması İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşacak sistemin de temel yapısı hakkında bir ön duyuru niteliğindedir. Roosevelt bu beyanıyla “New Deal” (Yeni Sözleşme) politikaları olarak anılan yeni düzenleme biçiminde para idaresinin piyasaların kurallarına tabi olması yönündeki klasik liberal tezlere şiddetle karşı çıkarak, para yönetiminin direkt olarak Amerikan devletinin siyasetine bağlı olduğunu duyurmakta, yani devlet ile sermaye ilişkisinin yeniden düzenlendiği bir döneme girildiğini açıkça beyan etmekteydi. Para idaresinin devlet politikası haline dönüşümü kabaca devletin kapitalist sınıflar karşısındaki göreli bağımsızlığını ilan edişinden başka bir şey değildi.

 

Bu tarihsel evrime Türkiye açısından bakıldığında, Türkiye Cumhuriyeti Merkez Bankası’nın 1929 Büyük Buhranı’nın hemen ardından kuruluşu ilginç bir örtüşmeyi temsil etmektedir. Genç Cumhuriyet, Lozan hükümlerinin sınırlayıcı koşullarının kalkmasının ardından, 1930 yılında TCMB’ın kurmuş ve bir dünya krizi içersinde kendi sermaye ilişkisini siyasal olarak denetleyebilme gücüne kısmen de olsa erişmiştir. İktisadi açıdan yorumlandığında bu gelişmenin 1923’den beri sürdürülmekte olan bağımsızlık sürecinin en önemli kurumsal gelişmesi olduğunu söylemek yanlış olmaz. Ulusal para basma ve denetleme yetkisi genç Cumhuriyet yönetimine, en azından ilke düzeyinde, tıpkı Roosevelt’in Amerika’sında olduğu gibi ulusal sermayesini düzenleme ve denetleme yetkisini vermiştir.

İkinci Dünya Savaşı sonrası oluşan dünya sisteminin kuşkusuz en önemli özelliklerinden biri uluslar arası finansal sermaye hareketlerinin denetlendiği bir dönemde para idaresinin ulus devletler düzeyinde örgütlenmiş göreli olarak “bağımsız” merkez bankacılığı sistemi üzerine temellenmiş oluşudur. Bu sistemin tasarımında devletler sürekli dış açık vermemek koşuluyla maliye ve para politikalarının oluşturulması ve yönetilmesinde göreli özerk yapılar olarak yer almaktadırlar. Başka bir deyişle, yine en azından ilke düzeyinde, devletlerin toplumsal sınıfları üzerinden senyoraj yaratma hakları devletlerin kendi iç siyasal dengelerine tabi kılınmıştır. Bu açıdan yeni sistemin para çelişkisinin de bu ilke üzerine inşa edildiğini söylemek mümkündür. Kapitalizm ulus devletler temelinde örgütlenmiş küresel bir sermaye ilişkisi olarak değerlendirildiğinde merkez devletin sermayeyi denetleme ve düzenleme politikalarının diğer ulus devletler üzerinde de belirleyici etkiler yarattığı açıklık kazanır. Bu ilke küresel düzeyde para ve devlet ilişkileri düzeyinde düşünüldüğünde merkez devletin para idaresinin diğer ulus devletlerin para idareleri üzerindeki etkileri şeklinde kendini tekrarlar. Bu belirlenimin basit dışa vurumu dünya parasını (bugün için doları) denetleyen ve düzenleyen merkez devletin her zaman sistemin senyoraj hakkını elinde bulundurma yetkisinde gözlemlenebilir. Günümüz kapitalizmi bu açıdan yorumlandığında, gerek gelişmiş ve gerekse azgelişmiş ekonomilerin para yaratma yetkilerinin sınırlandırılması, senyoraj yaratma yetkisinin para arzını sürekli olarak artırabilen ABD ile sınırlandırıldığını ortaya çıkarmaktadır.

 

Mevcut dünya sistemi para ilişkisi açısından kaotik bir görünüm içersindedir. Merkez devlet aynı zamanda dünya rezerv parası olan para ilişkisini kürsel düzeyde sürdürdüğü siyasetin kurallarına tabi kılarken diğer merkez ve çevre bloğu ekonomilerindeki para idaresini “piyasa” kurallarına tabi kılmaya zorlamaktadır. Örneğin, Avrupa Birliğine üye ülkeler için bu koşul Maastricht Kriterlerinde yer alan “üye ülkelerin bütçe açıklarının GSYİH’larına oranının %3’ü geçemeyeceği” koşuluyla bir kural haline getirilmiştir. Başka bir deyişle Avrupa Birliğinde yer alan toplumların bir devlet politikası olarak para politikası sürdürebilme yetkileri GSYİH’larının %3’ü ile sınırlandırılmıştır.

 

Ülkemizde ise 2000 yılı istikrar programıyla birlikte para idaresinin devlet ve maliye sisteminden “bağımsızlığını” ilan eden yeni bir Merkez Bankası oluşumuna tanıklık etmekteyiz. Bu yeni oluşum “bağımsızlık” kavramından ne anlaşıldığına bağlı olarak övgü ya da tereddütlerle yaklaşılan bir tartışma alanı oluşturuyor. Merkez Bankasının bağımsızlığını savunan kesimler ulusal para idaresinin yetkisini “fiyat istikrarı” amacıyla sınırlayarak bankanın yeni dönemdeki “başarılarına” işaret ediyorlar. Bu kesimleri eleştirenlerse, para politikasının özünde bir maliye politikası olduğuna vurgu yaparak, yalnızca fiyat istikrarını gözeten bir Merkez Bankası politikasının amaçlanamayacağını savunuyorlar. İktisadi bir sonuç olarak ikinci yoruma tamamen katılmakla birlikte, tartışmanın bir tür politika seçeneği sorunuymuşçasına sürdürülmesinin eksik ve yetersiz olduğunu düşünüyoruz: Para bir sermaye ilişkisi olduğu kadar, siyasal ve toplumsal bir sözleşmedir. Parası üzerinde siyasal denetimini yitirmiş olan ulusal devletler kaçınılmaz olarak egemenlik haklarının en temel dayanağını yitirmiş olmalarının doğal sonucuyla yani toplumları nezdinde meşruluklarını yitirme sorunuyla yüzleşmek durumundadırlar. Başka bir deyişle, ulusal devletlerin iktisadi temelleri açısından en önemli yetki devri para idaresidir. Ulusal paranın düzenlenme yetkisinin devri, kapitalist bir devletin toplumsal sınıflarıyla kurduğu iktidar ilişkisini ve bu iktidarı denetleyebilme gücünü ve kapasitesini kürsel kurumlara ve sermayeye devretmesidir. Kısadan hisse: merkez bankalarının “bağımsızlaştırılması” ulusal devletlerin bağımsızlıklarını kaybetmesinden başka bir şey değildir.


e-posta: kose-oncu@evrensel.net