mai ve küreselleşme karşıtı çalışma grubu |
Tam istihdamın nahoş aritmetiği
Ahmet Öncü - Ahmet Köse
politik iktisat yazıları / Evrensel Gazetesi
5.02.2005
|
Kapitalizmin
küresel düzeyde yarattığı en önemli tahribatlardan biri hiç kuşkusuz yaygın
kitleleri işsizleştirmesidir. Dünyanın hemen her coğrafyasında giderek daha fazla
sayıda kişi ya mutlak işsiz ya da iş güvencesinden yoksun bırakılmış konumdadır.
Modern kapitalist devletin en büyük sözleşmesi olan piyasa ve piyasa kuralları
kapitalist bir ekonomide bireyin toplumsal olarak temel var olma hakkı olan
“çalışma” hakkını bireylerden almakta ve geniş kitleleri işsizlik ve dışlama
sarmalına mahkûm etmektedir. Kapitalizmin temel kuralı sayılabilecek olan
değersizleştirme süreci piyasalara terk edilen insanların elinden yaşama haklarını
almakta ve bunu yine piyasaların nahoş isteği olarak meşrulaştırmaktadır. Basitçe
söylenilen piyasalar istemediği sürece insanlara da iş ve aşın yokluğudur. Piyasaların bizi
istemesi için ne yapmalıyız? Ya biz her şeyi yapsakta o bizi istemezse! Ya bizim
yerimize başkasını isterse! Piyasalar karşısında herkesi yalnızlaştıran bu ve
benzeri kuşkular “modern” kapitalist dünyanın karabasanları olarak insanlığın
karşısında durmakta… İnsanlık tarihi geniş kitlelerin işsizleşmesini kuşkusuz
yalnızca bugün yaşamıyor. Geçen yüzyılın başı aynı zamanda merkez ekonomilerde
işsizleştirilen, değersizleştirilen kitlelerin siyasal mücadele tarihidir de… Bu
siyasal gerginlik ortamında merkez ekonomiler kapitalizm içi yeni bir düzenleme
biçimine de tanıklık etmişlerdir. Keynesyenizm olarak anılan bu düzenleme biçiminde
devlet işçi sınıfının artan siyasal muhalefetini sistem içinde çözümleyebilmek
için yeni bir işlev yüklenerek, piyasaların değersizleştirdiği kitlelere kamusal
alanda iş yaratma işlevini yüklenmiştir. Meslekten iktisatçıların çok iyi bildiği
bu düzenlemeler özünde kapitalizmin mülkiyet ilişkilerine dokunmadan sermayenin
toplum ve maddi hayat üzerinde kurduğu tahribatı “müdahaleci devletin”
politikalarıyla hafifletmesinden başka bir şey değildi… Kapitalizm yeni bir
Keynesyenizm süreci yaşayabilir mi? Ya da Keynesyen bir düzenleme kapitalizmin maddi
uygarlık üzerindeki tahribatlarını tümüyle telafi edebilir mi? Kuşkusuz bu sorular
insanlık tarihini “sol” düşünsel perspektiften değerlendiren iktisatçı ve tabii
en genel anlamıyla sosyal bilimciler arasındaki ana ayrım noktalarından birini
oluşturmaktadır… Bu noktada Keynesyenizmle değişen şeyin aslında kapitalist
sürecin temel doğası olmadığı, sömürünün çerçeve ve boyutlarının olduğu
saptamasını yapmak kanımızca yeterlidir. Yine de
Keynesyenizmin dahi radikal politik öneri olarak görüldüğü günümüz kapitalizminde
piyasanın insanlığın maddi yaşamı üzerinde ortaya koyduğu sınırlamaları
anlayabilmemiz için toplumların tam çalışma (tam istihdam) hakları ve bu amaca
yönelmiş kamu politikalarının “maliyetleri” üzerine düşünmekte yarar var. Bu
soruyu genel olarak insanlık sorunundan neoliberal politikalar altında yeniden
yapılandırılmaya tabi tutulan ülkemize yönelttiğimizde karşımızda şu tür bir
manzara durmaktadır. Türkiye’nin yaklaşık 72 milyon civarında bir nüfusu
mevcuttur. DİE’nin 2003 yılı kesinleşmiş verileri dikkate alındığında bu
nüfusun 23 milyon 640 bin kişisi 15 yaş ve üzerindeki çalışma yaşındaki faal
nüfusu oluşturmaktadır. Bu toplamın 21 milyon 147 bini farklı biçimlerde çalışma
hayatına katılabilmekte ve 2 milyon 293 bin kişisi ülkemizde artık kanıksanan
işsizler ordusu içerisinde yer almaktadır. Toplam istihdamın %35’ni tarım, %65’ni
ise tarım dışı kentsel istihdam oluşturmaktadır. Farklı mülkiyet ve çalışma
koşulları dikkate alındığında çalışanların %50’si “ücretli ve yevmiyeli”,
%20’si ücretsiz aile işçisi (ki büyük çoğunluğu tarımda yer almaktadır) ve
%20’si ise kendi hesabına çalışanlarla işverenlerden oluşmaktadır. Sınıfsal
kategorilerle düşünüldüğünde, kaba bir tahminle, faal işgücünün %70’nin aşan
kısmının ya ücretleriyle geçinen ya da tarımda geçimlik üretim yapan potansiyel
emek gücü tarafından oluştuğunu düşünmek mümkündür. Üstelik ücret ya da
tarımsal geçimlik gelir düzeyiyle yaşamlarını sürdüren bu grupların yaklaşık 60
milyona yakın insanın “geçimleriyle” sorumlu oldukları da tahminler arasında yer
almaktadır. Bu yapıya ilişkin bir diğer önemli gözlem ise hep bahsedilen
Türkiye’nin genç nüfus yapısıdır. Söz konusu genç nüfus ülkemizde halen
derinleştirilerek sürdürülen neoliberal yeniden yapılandırma sürecinin beklenen
sonucu olan gelecek dönemlerin işsizler ordusunun adayları konumundadır. DİE
verilerinden hareket edilecek olunursa 15-19 yaş gurubunda yaklaşık olarak %24, 20-24
yaş gurubunda %27 ve 25-35 yaş grubunda ise %13 düzeylerine varan işsizlik oranları
gözlenmektedir. İş süreçlerindeki kuralsızlaştırmanın önemli bir diğer
sonucunun ise toplam istihdamın %50’si düzeyinde olan hiçbir sosyal güvenceye tabi
olmayan “kayıtsız çalışanlar” olduğu unutulmamalıdır. Ülkemizin bu
görünümü şu soruyu haklı kılmaz mı? Zaten genç olan ve giderek artan nüfus
yapısında insanların yaşamaları için olmazsa olmaz olarak tanımlanan çalışma
hakları yalnızca piyasanın mantık alanına terk edilmesi ne derece ahlaki bir
tutumdur? Bu soruyu sormak dahi bugün dünya da ve ülkemizde her şeyi piyasaların
mantık alanında meşrulaştıran meslekten iktisatçıları ve ülkesini “küresel
kurallar” çığlıyla kapitalizmin acımasız kurallarına terk eden
“yöneticileri” rahatsız edeceği açık… Olsun rahatsızlık
vermek pahasına gelin bir de şöyle düşünelim. Bir ülke düşünelim ki bu bizim
ülkemiz olsun… Bu ülke insanının %10’ları aşan kısmı fiili işsiz olsun ve
yine bu ülke uzun süredir borçlu olup, borçlarını “birlikte” borçlandık şimdi
de siz “ödeyeceksiniz” deyip halkını işsizlik ve giderek sefalete mahkûm etsin…
Bu ülkenin yöneticileri borç ödeme sorumluluğunu düzenli olarak gerçekleştirmenin
“gururuyla” böbürlenirken örneğin SEKA’yı kapatıp işsiz kalan insanlara “eh
ne yapalım piyasalar bunu istiyor” diyebilsin… SEKA’yı kapatıp orada “park”
yapılacağından söz edebilsin… Şimdi böyle bir
ekonomide devletin iki kesime olan sorumluluğundan hareketle “aykırı” gözlemler
geliştirelim. Aşağıda sunulan şekilde 1980’li yıllar boyunca “iç ve dış
borçlarımızın faiz ve ana para ödemeleri” ile “toplam ücret” ödemelerinin
milli gelire oranları sunulmuştur. Reel fiyatlarla hazırlanan bu ilişkide ücret
gelirinin milli gelire oranı %20 ila %25 düzeylerinde seyretmektedir. Borç ödeme
sürecine tabi olduğumuz sürdürülmekte olan sözde “istikrar programında” dahi
borç ödemelerinin milli gelire oranı %58 düzeyinin altına çekilememiştir. Başka
bir deyişle ulusal gelirin yarısından fazlası borç ödemeleriyle yerli ve
uluslararası sermayeye transfer edilirken ancak %20’ler düzeyinde kalan bir kısmı
ücretiyle geçinen geniş halk kesimlerine dağıtılmakta ve eğer “tasarruf”
yapılacaksa ilk hatırlanan bu kesimlerin milli gelirden aldıkları pay olmaktadır.
Şimdi de bu ülkede farklı bir siyasal iktidarın farklı bir iktisat politikası
uyguladığını ve belirli bir minimum ücretten isteyen herkesin tam istihdamı
garantilediğini varsayalım… Olmaz mı? Meslekten
iktisatçıların ve yerleşik düşüncenin amansız savunucusu yönetici elitlerin
“tabiki olmaz” deyişlerini duyar gibiyiz..! Olsun soyut iktisat düşünmek bazen
basit aritmetik yapmayı gerektirir… Kimi zaman karmaşık anlatı varlığı çok
açık olan bir durumu gizlemenin ötesine geçmeyebilir… Sözünü ettiğimiz bu
ülkede yani bizim ülkemizde 2003 yılı verilerine yeniden dönelim ve o yıl geçerli
olan 427 milyon düzeyindeki işgücü maliyetinden (söz konusu miktar işçinin eline
geçen net maaş değildir sosyal güvenlik katkılarını da içermektedir..!) 2 milyon
kişiye iş verdiğini düşünelim… Bu tür bir iş güvencesi politikasının kabaca
maliyeti yaklaşık 10 katrilyon kadar olup, aynı yıl 175 katrilyon olan milli gelirinin
%6 dolayında olan bir miktarı temsil etmektedir. O yıl milli gelirden işgücüne zaten
yapılan ödemelerle bu sözünü ettiğimiz tam istihdam politikasının ek
“maliyetini” de kattığımız da halen işgücüne yapılan toplam aktarma anca
%30’lar düzeyine ulaşmaktadır… Yani sistem için korkulacak bir şey yoktur…
Halen borçlar ödenebilmekte (!) ve halen sermaye bitmek bilmez kâr isteğini
gerçekleştirebilmektedir..! Bu elbette yalnızca
basit bir aritmetik..! Ama istenirse yapılamayacak, uygulanamayacak bir alternatif de
değil… Halkından bu açıdan destek almış bir siyasal iktidar isterse elbette bu
tür politikaları çok daha yetkin ve işlevsel olarak geliştirebilir ve uygulamaya
koyabilir. Çünkü kapitalizmde ücret ilişkisi aynı zamanda bir değer ilişkisidir.
İstihdam harcaması aynı zamanda bir üretim harcamasıdır ve bu anlamda ödemeden daha
fazla yaratılan bir gelirdir… İstihdam harcamaları yerleşik ve uluslararası
sermayeye yapılan direk bir kaynak transferi değil direk olarak bir gelir
yaratımıdır… Yeniden soralım olmaz mı? Piyasanın bu kadar mutlaklaştırıldığı, insanların çıplak olarak piyasaya terk edildiği bir dünyada belki olmaz… Ancak insanlığı bu kadar tehdit eden, kapitalizmin yalın çıplak halini insanlığa vaat eden bir iktidar da bir o kadar sürekli tarih olmaz… Meslekten iktisatçıya çağrımız nahoş aritmetiği biraz da bu amaçla kullanmalarıdır… İnsanlığın içinde hapsolduğu, ülkemizde ve dünyada kapitalizmin uygarlık suçunun boyutlarını daha kolay kavrayacaklardır..! |