AB DOSYASI - 8 AB'de Demokrasi ve Sermaye Kriterleri 15 Ekim 2004 |
Çalışma Grubu olarak önceki yıllarda hazırladığımız AB konulu dosyalara, son dönemdeki anayasa tartışmalarının AB emekçileri açısından önemini göz önüne alarak bir yenisini eklemenin yararlı olacağını düşündük. Birlik içersindeki sınıf çatışmalarını daha doğru analiz etme olanağı sağlamasının yanı sıra, sermaye sınıfının kendi içindeki çatışmaların da keskinleşme eğilimini ortaya koyan aşağıdaki yazının son bölümünde Çalışma Grubumuzun yorumlarını da bulacaksınız. |
Türkiye MAI ve Küreselleşme Karşıtı Çalışma Grubu |
AB sermayesi, AB Anayasasını kendisi açısından Nice
Anlaşmasına göre daha avantajlı buluyor, Neden acaba? “Amerika Birleşik Devletlerinin kurucu babaları 1800’lerde ABD anayasasını yazarken ABD’yi dünyanın en dinamik bilgi-temelli ekonomisi yapma konusuna bu kadar önem vermemişlerdi. Öyleyse, AB’nin ülke yasalarına geçirilmemiş anayasasının sermayenin ihtiyaçlarına biraz önem verdiği için üzülmemiz mi gerekiyor? Sermaye lobisinden hem “evet” hem de “hayır”lar gelecektir kuşkusuz. Avrupa İşverenleri Örgütü UNICE’nin anayasa çalışmalarını izleme sorumlusu Jerome Chauvin, Avrupalı patronların, sermayenin rekabetçilik ihtiyacı ile tam istihdam ve kalkınma gibi ulvi kavramlara eşit ağırlıkla yer verilmiş olan anayasanın giriş kısmında sermayeye yakın bir retoriğin kullanılmamasından üzüntü duyduklarını belirtiyor. “Evet, biraz hayal kırıklığına uğradığımız doğru. Anayasanın güncel politikalarla ilgili III. kısmına bakacak olursanız burada politikanın uygulanması ve tanımlamada dikkate alınması gerekenler arasında sadece sosyal, çevresel konular ile tüketicilerin ihtiyaçlarından bahsediliyor. Bu biraz garip değil mi? “ Sosyal olaylar ve bunların Avrupa Temel Haklar Şartına dahil edilmesi gibi şeyler elbette heyecan verici. Ama tüm bunların sermaye üzerinde oldukça ciddi etkileri de var. Temel haklar Şartı İngiltere’de bir kaygıya ve karışıklığa yol açtı. Şüpheci insanlar Margret Thatcher’in, örneğin fabrika grevleri sırasında işyerinin çevresinde nöbet tutma vb. grev eylemini kısıtlayacı reformlarından vaz geçileceğini ve Birliğin liberal iş piyasaları yönündeki öncülüğünün de hizaya getirileceğini sandılar. Hatta Başbakan Tony Blair, bunların asla olmayacağı sözünü verdi ve AB’nin endüstriyel eylem yani grev gibi konuları düzenlemek için gerekli yasal yetkilere sahip olmadığını açıkladı. Yine de İngiliz Sanayicileri Konfederasyonu anayasa uzmanı Jaymeen Patel de, İngiliz şirketlerinin Temel Haklar Şartından hala yüzde yüz emin olmadıklarını, kendilerine verilen güvencelerin bazı şeyleri tam olarak garanti etmediğini belirtiyor. Oysa, Temel Haklar Şartı, yasal endüstriyel eyleme gittiklerinde işçilerin olduğu kadar sermayenin haklarını da arttırıyor. Crosby Renouf isimli bir Hukuk Şirketinin Brüksel’deki ortaklarından Jane Golding“Örneğin adil yargılanma hakkı şu anda çok açık bir ifade ile tanımlanıyor ve bu tip davaların bundan sonra Avrupa İnsan Hakları Mahkemesine taşınabileceği biçiminde de yorumlanabilecek. Bu gelişme, dava açanlara bir dizi olayda çeşitli avantajlar sağlayacak, örneğin rekabet davalarında“ Golding, İngiliz Hukuk Topluluğunun AB Kurulu tarafından oluşturulan Özel Anayasa Alt Kurulunun Başkanlığını yürütüyor. Bu tip hükümler AB anayasasında bireyler ve şirketlere tanınan extra hakların başında geliyor ve bunlara bağlı olarak şirketlere "doğrudan ilişkili düzenleyici faaliyetler" konusunda doğrudan Avrupa Adalet Mahkemesine şikayette bulunma hakkı veriyor. UNICE’den Chauvin kendi grubunun anayasanın „AB’nin gelecekteki sosyal politikasının belirlenmesinde işveren örgütleri ve işçi sendikalarının rolü „ başlıklı 1-48. maddesinden büyük bir memnuniyet duyduklarını belirtiyor ve yeni anayasanın eskisine göre hiç bir şeyi çok fazla değiştirmediğini belirtiyor ve ekliyor “Şimdi sosyal tarafların sosyal politika için bir araç olduğunu kabul ediyoruz." Sosyal politika konusunda kaygı duyanlar sadece Avrupa’nın geleneksel şüphecileri değil kuşkusuz. Fransa eski Başbakanı Laurent Fabius da sosyal konuların referandum kampanyasının bel kemiğini oluşturmak zorunda olduğunu belirtti. Fabius’a göre anayasa taslağını değiştirmek için artık çok geç ve taslak metin pek çok açıdan yetersiz. Ancak Fabius “evet“ demeden önce Jose Manuel Barroso tarafından oluşturulan yeni Komisyondan başta kamu hizmetleri, sosyal konular ve istihdama ilişkin sorumluluk üstleneceklerine dair güvenceler istenmesi gerektiğini belirtiyor. Fabius örneğin kamu hizmetlerinin korunmasının kesinlikle öncelikli bir mesele olarak ele alınacağını anlatan özel bir yönetmelik çıkarılmasını talep ediyor. Fabius’un uyarılarıyla çelişen bir şekilde diğer eleştiriler de anayasanın enerji, ulaşım ve posta piyasalarında başlatılmış olan kuralsızlaştırmaya zarar vereceği kaygısını taşıyor. AmchamEU isimli ABD sermayesinin çıkarlarını koruma amaçlı bir lobi grubunun temsilcisi Koen Coppenholle, Genel Kamu Yararı Bulunan Hizmetler metninin 3(6) maddesinin anayasadaki birkaç açıktan bir tanesi olduğunu belirtiyor: “metnin geneli bakımından memnun olduğumuzu ve çıkarlarımız açısından tatmin edici bulduğumuzu söyleyebilirim. Fakat genel kamu yararı bulunan hizmetlerle ilgili bölüm maalesef eski AB anlaşmasındakinden daha zayıf. Bu yeni anayasayla birlikte üye devletler rekabet kurallarından kaçabilmek için daha fazla şansa sahip olacaklar. Bu nedenle bu ve benzeri konulardan kaygı duyuyoruz." Anayasanın diğer bölümleriyle ilgili olarak AB sermayesi, Bakanlar Konseyindeki nitelikli oy çokluğu sisteminin[1] genel olarak genişletilmesinden memnuniyet duyuyor. Bazı gruplar, AB’nin dünya ticaret görüşmelerinde alacağı pozisyonlar açısından ticaret politikasının yeni oylama sistemi daha fazla dikkate alınarak yürütülmesini ve AB’nin yeni üye devletlerine daha fazla söz hakkı tanınmasını arzu ettiklerini belirtiyorlar. Fakat nihai metin hizmetler ve fikri mülkiyet hakları ile yabancı doğrudan yatırımlarla ilgili ticari kaygıları arttırıyor. Chauvin, oybirliği adacıkları yaratmanın ticaret müzakerelerini kaçınılmaz olarak gerileteceğini ve çok daha karmaşık hale getireceğini belirtiyor. CBI’nin de içinde olduğu diğer gruplar, nitelikli oy çokluğu sisteminin yabancı yatırımlar açısından uygulamada , egemen devletlerin, vergilendirme politikası gibi konularda veto haklarını kaybedecekleri anlamına geldiğini düşünüyorlar. Bir diğer sorun da AB’nin yeni üyelerinin de anayasa oylamasında oy kullanacak olmaları. Bu yeni üye devletlerin de aleyhte oy kullanmaları halinde, anayasa AB arşivlerinin tozlu raflarına bırakılacak olursa bu sorun yaratabilir mi? Böyle bir durumda üzülmesi mi yoksa sevinmesi mi gerektiğine henüz karar veremeyenlerden biri de İngiltere’nın CBI sı. Diğerleri, anayasanın bir anda sıfıra indirgenmesinden mutluluk duymaları gerektiğine hükmetmiş durumdalar. Ancak, UNICE’den Chauvin bunun büyük bir sorun yaratacağını düşünüyor; sadece sanayi ile ilgili olarak değil, dört yıl önce toplanan Nice Zirvesinden[2] miras kalan hantal oylama sistemi ile AB’nin barışamadığını göstermesi bakımından da üzücü olacağına inanıyor. Ve Chauvin oylama sistemi ile ilgili olarak şu uyarıda bulunuyor, „15 ülke arasında çalışmayan bir sistem 25 ülke arasında hiç işlemeyecek ve pek çok alanda ihtiyacımız olan bir dizi hassas yasayı çıkarmak imkansız hale gelecektir.Eğer anayasa kabul edilmeyecek olursa büyük, çok büyük sorun yaşayacağız demektir. Genişleme sonrasında bir de anayasa konsunda ilerleme sağlanamayacak olursa karar mekanizmaları tümden bloke hale gelecek, AB felç olacaktır“ diyor. Kaynak:
(European Voice Vol.10 No.31: 16 September 2004 Business & EU
Constitution, Why the constitutional treaty is better than Nice for business) Yorumlarımız: European Voice’den aktarılan bu çeviriden Sosyal bir sistem olduğu ileri sürülen Avrupa’da, AB anayasasının maddeleri arasındaki sözde sosyal tanımlamalara bile tahammül edilemeyecek bir piyasa anlayışı olduğu anlaşılıyor . Öte yandan, Temel Haklar Şartının sonradan eklenen ve sosyal ihtiyaçları karşılamaktan çok uzak bir maddeler zinciri olduğunu belirtmekte fayda var. Ayrıca bu kaygılar anayasa komisyonu tarafından ve ülke başkanlarının yorumlarından da anlaşılabileceği üzere gereksiz kaygılar. Çalışanların
grev ve iş bırakma eylemlerinin hukuksal olarak Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesi kapsamına alınabileceğini, iş davalarının bu mahkemeye
taşınabileceği vurgulanıyor. Oysa 1948’de kurulan Avrupa Konseyinin bir
kurumu olan AİHM’in bugünkü temel işlevleri arasında sosyal hak ihlalleri ya da İşçi-İşveren
uyuşmazlık davalarına bakmak bulunmuyor. Öyle anlaşılıyor ki sermayenin AB
anayasasında tam olarak karşılanamayan bir kısım talepleri farklı kurumlara
ve yapılara(AIHM gibi) gönderme yapılarak halledilecek. Önümüzdeki dönemde
AIHM’de hem
patronlara hem de işçilere adli başvuru yolunun açılması ile son derece
ilginç davaların yaşanacağını öngörmek kehanet sayılmaz. Örneğin yaşam
haklarını korumak için greve giden işçiler, bu eylem ile şirketlerin özel
mülkiyet hakkına zarar verdiklerinde(!)(karların düşmesi gibi) mahkemenin
alacağı kararı kestirmek gerçekten çok zor. Zira Avrupa İnsan Hakları
Mahkemesince hak kapsamına alınan bu iki kavram, yani yaşam hakkı ve bireysel
mülkiyet hakkı, bu sistemde kendi içlerinde çatışıyor. Yukarıdaki çevirinin özellikle son paragrafında vurgu yapılan anayasa oylaması sonucunun olumsuz çıkması ihtimali ile ilgili olarak yapılabilecek bir dizi yorumdan bir tanesi de AB üye devletleri arasındaki çıkar çatışmalarının giderek belirginleştiği biçiminde de olabilir. AB anayasası bir şekilde onaylansa bile devletler ve ekonomik çıkarlarını kendi devletleri üzerinden güvence altına almaya çalışan sermaye grupları arasındaki uzlaşmaz çatışmanın sinyalleri, mevcut eşitsiz gelişmenin zirvelerle pekiştirilmesi de dahil olmak üzere bütün süreçte kendini göstermektedir. [3][1] Bkz. Nice Zirvesi Raporu (www.antimai.org) [4] Bkz. Nice Zirvesi Raporu (www.antimai.org) |